21 Aralık 2010 Salı

Talep

Yorgunum ve hastayım. Nazımı geçirebileceğim kimse yok. Yarın tüm gün yatmak istiyorum. Mümkün değil. Birisi eve gelsin çorba yapsın istiyorum. Battaniye altında televizyonda gündüz kuşağına maruz kalmak istiyorum. Bi' sevdiceğim olsun "kıyamam" desin, o bile yetsin istiyorum. Kaybettiğim Ferzan Özpetek DVD'lerimi geri istiyorum.

Bugün 21 Aralık. En uzun gece. Deli bir dolunay var. Aynı zamanda ay tutulması da varmış.

Merkür retrolardaymış.

Astrolojik açıların arasında sıkışmamak istiyorum.

14 Aralık 2010 Salı

Al sana! Al!

Kamuflaj


Bugün kamufle olmak istedim, ama tamamen. Evden çıkmayıp, yorgan, dvd, kahve, yemek... Ne güzel olurdu. Hani Frodo'nun üzerine örttüğü şey gibi bi' şey olsun da, ben de onu örteyim hatta. Odamda yalnızken bile kamufle olayım.

Yatakta bile yokmuş gibi.

"I just don't know what to do with myself."


11 Aralık 2010 Cumartesi

Ufak tefek aslında

Her seferinde derken mesela, içinde çok uzun bir giz var. Her sefer'inde çünkü o. O seferlerden işte.

Rüyamda eski bir oyuncağımla karşılaştım, sarılı-kırmızı bir dinozordu, o renklerde olmaması gerektiğini biliyor olmama rağmen umurumda olmazdı. Çok uzun zaman oynamıştım onunla. Kolları çıkarılıp-takılıyordu. Ara sıra ters takıp onu yüksek bir yere koyar, bakakalırdım nedense. Su yeşiliyle turuncunun dans ettiği, soğuk olduğunda bile üşümediğim günlerdendi o dönem. Ben onu unutmuştum aslında ama sanırım ben buradayım dedi bana dün gece. Birilerinin aklından hiç çıkmadığımdan emin olduğum zaman hiç olmadı benim. Ama beni düşündüklerini hissettiğim anlara müteşekkir olmayı da atlamadım hiç. Bu aralar buna takmıştım. Oyuncakların aklından çıkmamak aklıma bile gelmezdi oysa.

Sanki birilerine veda edecekmişim gibime geliyor, anlayamıyorum.

Sebeplerim var şu anda aslında, ama dediğim gibi, küçük küçük şeyler birikti ve mutsuzluk yaptı. Hepsi bu. Dahası yok.

Şimdi, kahverengi tonlarda, uykularda...


9 Aralık 2010 Perşembe

Farkı bilmeyenlere, anlamayanlara ve tüm Starbuck's baristalarına gelsin!


Çok net. Bildiğin net işte, bu kadar yani.

Tabii ki nataliedee.com'dan geliyor...

8 Aralık 2010 Çarşamba

Güzelsin, çok

Wake up and see my yesterday


"Fuck me like the whore i am" adı fotoğraf. (ffffound! seviyoruz)

Bunlardan almayı isteyen tanıdıklarım olduğuna inanıyorum

"Made with love"temporary tattoo stickers by Beste Miray Doğan.

Ama etrafımı değiştirme gibi biristeğim yok, aksine seviyorum hepinizi. Tamam, çoğunuzu seviyorum, bazılarınıza da katlanabiliyorum.

Kat-lan-mak.

7 Aralık 2010 Salı

Salvador Dali&Coco Chanel


Dali'nin bakışına, Coco'nun tavrına teğet geçen biri olmak mesela.

İkisine birden değil, ikisinden birine bile onlar gibi ayrı ayrı sahip olabilmek mesela.

Güzelsiniz.

28 Kasım 2010 Pazar

Bir de bu vardı, hatırladın mı?


her şey çok kolay oldu.
ne sızlandım, ne de ağladım.
ani bir ölüm ya da kalp krizi gibi kolay. bütün şehir üstüme gelecek, dünyam yıkılacak sanırdım ama olmadı.
bitti işte. bir süre giden gelenler oldu. beni anlamaya çalıştılar. bir işe yaramadı. sıkıcı ve kasfetliydi.
bazen bütün gün yorganı başımdan aşağı çekip uyudum. bazen de ucuz filmler seyrettim. günler böyle geçip gitti.

şimdi iyiyim.

sen utanç gecelerinde, ben burda.
hepsi bu kadar, sonrası yok.

unuttum gitti geberik!
unuttum gitti, unuttum gitti!

N.Ö.

25 Kasım 2010 Perşembe

24 Kasım 2010 Çarşamba

Duvardan duvara

Duvarın benim tarafımda olan kısmına kalem, kağıt, defter, laptop, şarap koydum. Sonra onların etrafına biraz dikkatsizlikle isteksizlik yerleştirdim. Baktım akmıyor, kadehi hareketlendirdim. Biraz sigara, biraz mesajıma neden cevap vermedi, biraz da adıyla müsemma olamamış bir tükenmez kalemle uğraştım. Biraz baş ağrısı ve yorgunluğu da ekledim. Rüzgarı da çağırmak için camı açık bıraktım, açık bırakmazsanız fısıltısız kalabilirsiniz, unutmayın. Biraz giyilmemiş kıyafetlerle aşırı giyilmiş kıyafetler arasındaki boşluğu inceledim.

Duvarın öteki tarafına ara ara hızlanan ritimsiz kalp sesimi, ölümü, siyahı, ve olmak istediğim bazı yerleri koydum. Dumanımı, eski bir resmimi ve post-it üzerinde sinir bozucu bazı notları rüzgarla paylaşmak için camın önünde bıraktım ama inatları beni bile şaşırttı. Sonrasında da "her sistem dengeye gelir"i alıp, kulağından tuttuğum gibi balkona koydum ama atmadım, biraz cezasını görsün diye orada beklettim.


22 Kasım 2010 Pazartesi

The Dead - Billy Collins

Bir ara Billy Collins okurdum ve özledim. Aniden pop-up yaptı beynimde bugün. O sebepten o zamanki anılarımıza selam çakıyoruz. İyi-kötü seviyoruz onları.

Buyurun buradan bakalım:

http://www.youtube.com/watch?v=iuTNdHadwbk


by Billy Collins.

14 Kasım 2010 Pazar

Hani bazı günler güzel eğlenilse de, aslında birileri için sadece cevapsız bir çağrı ya da "ben seni birazdan arayayım" kişisi olursunuz ya

o zaman çok da hayatı değiştiremeyeceğiniz gerçeğiyle karşılaşabilirsiniz. Ki, kendisi o kadar da soğuk ve saçma değildir ama koyar hani.

Onu o zaman düşünürüz mü demem lazım şimdi? E, düşünemiyorum şimdi?

"Tech Support!" diye bağırabilirim.


Tamamı az sonra.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Matematik

Peki,

Bazen bir denklemin iki bilinmeyeni olduğunda,

Ama bu denklemin bilinmeyenenleri iki kişi olduğu zamanlarda,

Nasıl olup da çok bilinmeyenli oluvermesine,

Kaç puan?

Aslında

aklınızın bir kısmını bir kişi için ayırıp onu düşündüğünüzde, o da aynısını yapıveriyor. Ama anlaması zaman alabiliyor sadece biraz.

Biraz.


Mesela

Ben bazen çok iyi bildiğim bir yolda giderken,
Kaybolduğumu düşünüp, heyecan yaratabiliyorum.

Bazen çok konuşup, herkesi ve her şeyi bunalttığımı düşündüğüm,
Ama aksine sadece bana çok konuşmuşum gibi gelen anları kafamda bulabiliyorum.

Tam bir şeyi eksiklerle dolu olarak yaptım derken,
Aferin alabiliyorum, hayattan.

Bazen kendi balonumu çok fazla şişirip, tam büyük bir zevkle oynarken,
Birden patlamasıyla hoplayabiliyorum.

Bunların bazen sadece benim başıma geldiğimi düşünüp,
Kendime gülüp geçiveriyorum.



3 Kasım 2010 Çarşamba

Seksist entry mi?

Sizce de,

özellikle motivasyonla ilgili durumlarda bir şeyleri yansıtıp-yansıtmamanın becerilebiliyor olmasında

erkekler daha becerikli değil mi?

Becerilebilirliği ne diye soruyor olursanız, işe yarayıp-yaramamasında. İşe yarar bir yansıtma ya da yansıtmamanın ne kadar performansı etkilediği...

Daha da seksistçe gidiyorum bak, durdurmadın beni... Hatta erkekler sadece bu yüzden daha iyi yönetici olmaya daha yakın oluyorlar mı?

Tüm erkekler ve tüm kadınlardan söz etmiyorum tabii ki, benim gözlemlediklerimden söz ediyorum.

Sizin nasıl?

Bi' konuşsak ya?

bloglararasıgezerkenrastlananogüzelşey'lerden birisi



İstiyorum, lütfen...


Lütfen bana bundan alın ama kendisi efficient bir şey olmadığından büyük de bir eve ihtiyacım var.



fyi.

ty.


Marc Johns diye


bir adam var ki sevilir kendisi bu diyarlarda.

Canım okumak istedi şimdi.

Ki benim canım her zaman iş-okul yoğunken okumak ister.



22 Ekim 2010 Cuma

Oha

Lastik

Yağmur yağarken yolun yanlış tarafından yürüyenlerle,

Takside her zaman yanlış yere oturanlar!

Çok iyi arkadaş olabilirler.



Ya da ben miyim bu be?

18 Ekim 2010 Pazartesi

Ben

Yağmuru hep sevdim,

Sense şemsiye bile sevmedin...

Götüne girsin!

15 Ekim 2010 Cuma

Arkamdan

Hepimiz böyle oluyoruz ama.

Starbucks'ta şu anda, arkamda eski sevgilisiyle konuşurken ağlayan kız oluyoruz.

Çocuk daha rasyonalize ederek yaşıyor şu an, ki zaten bence "e yani, 37,5 derecede bir kız. Neden olmasın?" gibi.

Kız da işte aşık olmuş, ama mantıksız bir süreç yaşanmış olmasına rağmen, aylar sonra onunla karşı karşıya geldiğinde duyguların depreşmesi yaşanıyor.

Kıpkırmızı bir elmanın içinden kurt çıkması gibi.

Lazım ama. Gerekli. Ve mühim.

Şu anda, onları arkamda bırakıp gitmek istiyorum.


13 Ekim 2010 Çarşamba

Of aman aman

Bu aralar ciddi anlamda belirli bir rutindeyim falan derken, çok çok sevdiğim canım benim Zeynep kişisi geldi ve kırdık rutini, Heja sayesinde, sezar'ın hakkı sezara gelsin o zaman. Zaten ben Heja'yla hep bir şeyler kırarım; muhabbetin belinden tutun da, pota varıncaya dek.

Cumartesi günü acayip eğlendik ama, uzun zamandır dışarıda zaman geçirmediğimi fark ettim. İyi geldi bana da. Zeynep ile de çok zamandır bu kafada eğlenememiştim. Eski günleri yad edercesine idi. Sabah dönüldü, öğlen kalkıldı gibi...


Sakinim ama huzurlu bir sakinlik olup olmadığından emin değilim. Ya da sorgulayıp durmaktan böyle oluyordur.

Öf.


26 Eylül 2010 Pazar

Mesela vaktim bol olsa

kesinlikle yapmayı istediğim bir şey var, o da "Hayatımdaki Kadınlar" ve "Hayatımdaki Erkekler" projesi. Böyle diyince ev arkadaşım K.'ın bana "proje adamı ya" demesini hatırladım şimdi.

İkisinin de konsepti aynı. İsimleriyle de müsemma zaten. Hayatıma dahil olmuş, iz bırakmış, paylaşımları hayatımı daha yaşanır kılabilmiş insanların fotoğrafları, beraber fotoğraflarımız ve altlarına benim yazacağım bir şeyler. Ama fotoğraflar oradan buradan olmamalı, fotoğraf stüdyosunda. O gün herkesi ayarlayıp fotoğraf stüdyosu kiralamak, içkiler, yiyecekler falan depolamak ve belki de hayatımda çok önemli olup da birbirlerini hiç görmemiş olanların birbirleriyle tanışmaları -belki sorun yaşamaları ama benim için çok önemli olduğundan hepsinin susması!- gibi tüm gün sürecek, spontan hallerden oluşan ve bunları yakalayabilecek bir fotoğrafçıyla akan giden bir gün.

Haliyle, 2 albüme 2 gün.

Gir-çık halinde olmuş kişileri düşündürüyor bana bu proje. Flu insanlar var. Elbette ki her tanıdığım olmayacak albümlerde ama flu olup da, benim için hepinize saçmasapan gelebilecek bazı noktalar yüzünden o albümde olmasını istediğim kişiler var.

Bu noktada, benim de biraz hayvanlığımın olduğuna kanaat getirdim az önce mutfakta. Yani sonuç olarak o flu kalma halini biraz da ben sağlıyorum zannedersem. Flu olmasından ziyade daha sık yaşamıma dahil olmalarının iyi hissettirebileceği insanlar da var.

Hatta, albüm içeriğini biraz düşündüm de, hem yapım aşaması ama asıl sonrasında elime alıp da baktığımdaki haleti ruhiyenin yoruculuğu aşikar.

Ama biliyorum ki, bazı yorgunluklar lazım hayatta, nefes açıyor.

Ama gerçekten hep unutuyorum ki, bazı yorgunluklar uykularla geçmiyor.

Şunu kendine hayat tarzı























edinmiş insandan korkmam,

ama hayatıma çok da dahil etmem sanki.


20 Eylül 2010 Pazartesi

Şu anda

içim çok sıkkın.

Kelime olarak "sıkık" o kadar uygun olur ki, o kadar olur.

Oysa ki, en sevdiğim kupamdan elmalı yeşil çayı mideme dolduruyorum, müzikle ruhumu dolduruyorum, dışarıdan serin ama temiz olduğunu hissettiren havayı ciğerlerime dolduruyorum, sessizliği şarkı aralarına dolduruyorum. Seni damarlarıma dolduruyorum.

Senin tansiyonun düştükçe, benimki zaten düşüveriyor.

Şu an, hayatı dolduramıyorum sadece ama o kadar kusur kadı kızlarında bile olur.

Orospular sizi.





23 Ağustos 2010 Pazartesi

Parenting Fail




Yok, o kadar da olmaz bence.

Yapmam yani. Yapamam.

Muzdarip!

Psikoloji okuduğun ya da mezunu olduğunda insanlarla bazen başka pencerelerden konuşabiliyorsun, yalan söylemeyeceğim bu konuda. Bu biraz daha insanla alakadar bir şeyler okuyor olmakla ilgili o kadar. Yani insanüstü bir meziyet değil elbette.

Ama mesela kendi derdini birine açtığında laf döner dolaşır "... aa, bi de psikolog olacaksın yahu, çürüttün ayol kendini..." gibi noktalara gelir.

İnsanım ulan! Bi dinle, bi dur soluklan, bi anlatayım, bi söyleyeyim, bi ferahlayayım, yeri gelsin bağırayım, yeri gelsin omzunda bi ağlayayım... Olmaz mı? Olur.

Elimden alınmış herhangi bir hak yok psikoloji okudum diye, bu da böyle biline.

Vazodan

Kırmızı güller ya da sarı laleler olmalı. İkisi de aynı cümleyi başka şekillerde söylüyorlar nasıl olsa.

En azından benim için öyle.

Ama uzun saplı olsunlar.




22 Ağustos 2010 Pazar

Leon - The Professional


Bilmeyenleriniz ya da unutanlarınız için küçük bir hatırlatma:

Doğum günüm 29 Nisan.

Evet, daha var ama o kutlu gün geldiğinde panik olmaktansa şimdiden e-bay'den tedarik edilebilir bence...

19 Ağustos 2010 Perşembe

Hayal ettiğin gibi bir insan yok M.cim, hayallerin var sadece.

Ben bugün

normal bir şekilde evden çıkıp ajansa gittim.

Staj değerlendirmem yapıldı ve işe alındım. Çok ama çok güzel şeyler duydum, kendimi nasıl geliştirebileceğimle ilgili olduğu kadar iş yapışımla ilgili de bir şeyler duymak çok ama çok hoşuma gitti.

Eve geldim. Bir gariplik vardı sokakta.

Arka taraftaki apartmanın en üst katından beni yaşlarımda bir çocuk aşağı atlamak suretiyle intihar etmiş. Polis, doktor, yakınları, çığlıklar falan...

Karmakarışık yani.

Karma.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Puta tap!

Bazen yürürken, özellikle de aşıksam, elimi toprağa, taşa, tarihi bir binaya dokundurduğum zaman,
Fısır fısır oluyor ya hani ruhum.
Göle taş attıktan sonraki su üzerindeki dalgalanma gibi diyebilirim o fısıltı için.
Daha güzelini de derdim, ama şu an bu uygun.

O zaman diyor ki mesela "teşekkürler", "minnettarım", "dokun, daha da" gibisinden.
Dinlemek için çabalamıyorum ama, dokununca duyuyorum sanki.

Ondandır işte, dokunuyor olmanın benim için önemi.

Kimse kusura bakmasın bence. Dokunmayı sevmeyenlerle olmuyor. Tamam, ben biraz fazla düşkünü olabilirim ama yine de.


26 Temmuz 2010 Pazartesi

Koş!

"Sokakta oynayıp ter içinde kalmış, şişman sarışın çocuğun merdivenlerden şap şap diye çıkıp kapının önünde annesinin verdiği suyu içip tekrar oyuna dönmesi" gibi bir şevk.

Bu şevki hapla satsalar, doktor bana yazar mıydı? Yeşil reçeteyle falan olsaydı, yine Taylan'ın başına ekşisem bana yardımcı olur muydu?

Koşma, terliyorsun ve hasta olacaksın diye bir ekol var hani. Bence onun alt metninde "kimsenin peşinden koşma, çünkü asla durmayabilir" gibi bir şey var.


Zaman periyodik cetvelde 8A grubundan bizlerle...

Zaman kara delik gibi sanki. Kabul edin, çok aktif ve yıkıcı.
Yıkıcı derken, dışarıdan içeri geçiveriyor. Radyoaktif bir durum sanki daha çok. Gözlerden içeri, kalpten içeri, hislerden içeri hatta anılardan içeri.

Ama tahminen, hepsini delip geçiyor.

18 Temmuz 2010 Pazar

Mesela şimdi yerimden kalksam

yavaştan şu odayı bir toparlasam, sonra dün tartıştığım için abimi arasam, iki güldürsem kapatsam, mutfağı biraz elden geçirsem ve bir süredir arayıp-aramama arasıdna gidip geldiğim şu çocuğu arasam, ama hayatta her şeyin benim istediğim gibi olmayacağını bana en azından bugün deneyimlettirmese, sokakta hayvanlar için doldurduğum su kabını atan orospu çocuğunu bulabilsem, salondaki avizeye -avize de avize ama ha!- yeni ampül taksam, sonra eskiden olduğu gibi ışığı açıp heeeey diye bağırsam; daha doğrusu bunu yapacak heyecana hala sahip olsam, rızanın yanına festivale gitsem, içsem...

dün gece balkonda kocaman yeşil bir böceği öldürüp karıncaların olduğu yere bıraktım bi de. karıncalar nasıl da hızlı hızlı taşıdılar onu yuvalarına!

beni taşıyabilecek kadar büyük karıncalarla karşılaşmadan ölmüyorum bugün.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Ya da?

Güneşin batıp da,
Acıtmadığı yaz tatilleri olurdu.

Bu ara güneş senin de içine içine batıyor değil mi?

Ya da?

Geçer


Başına herkesin güneş geçebilir.
Ama herkesin başına gece geçmez.
Başına gece geçenlerin başına güneş geçebilirken,
Başına güneş geçenlerin hepsinin başına gece geçmez.

Farkında mısın?

Bence hiç değilsin.

9 Temmuz 2010 Cuma

Bit

Dün sabaha geç başladım, ütülü bir şeyler bulamadım ve istemediğim bir şeyi giymek durumunda kaldım. Sonrasında motorda midem bulandı, kusasım geldi. Tüm gün, durmalı-başlamalı işler peşindeydim. Sonrasında işe kaldım, bildiğin geç çıkmalar başladı yine!

Korkunç bir yağmur başladı sonra. Öyle böyle olmayanından. Ajansta Ruşen bana şemsiye buldu ve öylece dışarı çıktım. 5 liralık şemsiyeleri çok seviyorum, bana ucuz İspanyol bir fahişeyi anımsatabiliyorlar. Garip.

Eve döndüğümde balkona çıktım tek başıma evde. Yağmur bitmişti artık. Gün bitmişti. Parkta oynayan çocuklar bitmişti. Telefonda ve internette kırıştırmaya hevesim bitmişti. Sigaramla şarabım bitmişti. Sokaktan geçenler bitmişti. Ev arkadaşlarım evde yoklardı, evde iyice ses bitmişti. Balkonda sadece ben bitmemiştim. Bir tek bitmeyen ben kalmıştım.

Olsun.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Teles-kop

Bu sabah yine "bi yerde" uyandım. Fena geçirilmemiş bir gecenin kendi kafamdan feciymiş gibi aksettiriliyor oluşuna ben bile şaşırdım.

Sabah hava da güzeldi, Cihangir'den (allahın cezası cihangir yine...) işe yürüdük. Yolda önce konuşmalı sonra susmalıydık. Öyle de yaptık. Yolun yalnız yürüdüğüm kısmında aklımdan Eskişehir'i ve ütü masasının üzerindeki örtünün değişmesi gerekliliğini düşündüm.

Biraz daha yakından bakmaya başladım, börtü böceğin en had safhada olduğu zamanda hep yaparım.

Miyazaki ve Kill Bill'in de geceye olan katkılarından dolayı teşekkürü borç bilirim.


5 Temmuz 2010 Pazartesi

İtibaren

Bu sabah biraz anormal kalktım -yine bi yerde kaldım, ondandır...- salak gibiyim hala.

Biraz üşüdüm başta, üstüme pikeyi çektim. Yattığım mekanı sevdim, fena değildi.
Sonra çok param varmış gibi davrandım. Biraz alışveriş yaptım sabah sabah. Güneş bulutların arkasına ve önüne geçerek nasıl bir ruh halime bürünmem gerektiğini anlatmaya çalıştı. Ya da ben değişken halimi güneş üzerinden okumayı seçtim de denebilir. Kuş gibi yedim, güneş gibi susadım, kış gibi üşüdüm ve yaz gibi haylazlandım.

Hepsi, uyandığım yataktan işe gelinceye dek oldu.

Şimdi de değişkenlik devam etmekte az çok...

Gelişmelerden sizleri haberdar edeceğim...

2 Temmuz 2010 Cuma

Anlaşıl!

"Happiness is the meaning and the purpose of life, the whole aim and end of human existence - Aristotle"

30 Haziran 2010 Çarşamba

Sabahlık


Bir arkadaşımın annesini kaybetmiştik, evde cenaze olayları haliyle... Bir sürü insan, iş-güç. Ortalığı toparlama, bulaşık yıkama, insanları yönetme, arkadaşa doktor çağırma gibi işlemlerden sonra evin sakinleşmesi.

Verilen sakinleştiricilerle ev ahalisinin uyku moduna geçmeye başlamasıyla, evi son kez bir kolaçan etmek isteyen M. insanının yatak odasındaki kapının arkasına asılı bir sabahlıkla karşılaşması ile daha fazla sakinliğini koruyamamasıyla ağlamaya başlaması.

Evet, sabahlık. Artık bir kadının tüm sabahlarının söndüğünü gösteren en yegane objenin sabahlığının oluvermesi.

Çok karışık olmaması aslında hayatın, öyle bizim karıştırır vaziyette olmamız bazen, bazen başımıza gelenlerden kaçamamamız, ama bazen de kaçabilirken yakalanmaktan haz duyar gibi olmamız.

Yüklemlerle sorunlarım var bu ara.

29 Haziran 2010 Salı

Bugün de böyle olsun...

Put your head on my shoulder baby,
Things can't get any worse.

Fena değil.

22 Haziran 2010 Salı

Ses

Bazen sadece ışığı gelir yıldırımlarının,
İçimden sayarım,
Bir, ki, üç...

Konuşmaz, karşı yakanın martıları bile benimle,
İki yakası bir araya gelmeyen bu şehirde.

M.

23.06.2010-Istanbul

21 Haziran 2010 Pazartesi

Nedendir bilinmez

Geçen gün eski sevgilimle konuştuk.

Bir şeylere başladığımızda haberdar olmadığım ama sonrasında kendisinden mütevellit ayrıldığım şu anki sevgilisiyle yaşadıkları sorunlardan, sevgisinin bitmiş oluşundan, 2 aydır ayrılmak için bir zaman dilimini bekleyip durduğundan ama o zamanın bir türlü gelemeyişinden, bu yüzden de kendini içkiye-ota-boka vermesinden, bir de sevgilisinin onun bulunduğu şehre yerleşmesinden ve beraber ev baktıklarından, olayların artık paldır küldür gidişatından, beni ne kadar sevdiğinden, özlediğinden ve benim de onu düşünüp durmamdan söz ettik.

Bir ara, acaba gelsem mi gibisinden şeyler dese de, ben olayı "tatil" için elbette ki şeklinde çevirip, süper aptala yatıp çözdüm. Ama galiba ben gidiyorum tatile onun yanına. Neyse, olay bu değil.

Olay, çözüme ulaşabilecek bir durumun çözülmemesinden kaynaklanan kangren bir hal. Evet. Şimdilik bu durum sadece ikisini etkiliyor. Sonrasında, biliyorum ki kendileri dışında bir sürü insanı da etkileyecek. Ama "Dj", karar veremiyor.

Başkalarının, hayatımızı bu denli etkilemelerine biz izin veriyoruz. İlişkilerden sorumlu devlet bakanı gibi konuşmanın da alemi yok ayrıca.

Bomboş bitirdim yazıyı.

Bu da böyle bir anımdır o zaman...

20 Haziran 2010 Pazar

God is in the rain

Şimdi dışarıda, bu yaz gününün gecesinin üçünde (aşağıda bulunan saati editlemiyorum bu kez) şakır şakır yağmur yağıyor.

Yağmur yağıyor diye planlarını iptal edenleri anlamadım hiç. Çocukken bile anlayamazdım, büyüyünce iyiden iyiye anlayamadım. (Gitgide mala bağladığımı zannetmememe rağmen.) Hızlıca da olsa, yerinden kalkıp gitmek, planı geç de olsa yapmak. Denemek, ıslanmak. "İnanılmaz ıslanmıştım o gün!" diyebilmek.

İşte ikiye ayrım var yine.

Islanmamak için vazgeçenlerle; ıslanmayı göze alıp, hastalanmayı, aksırıp-öksürmeyi, gecikmeyi, beklemeyi ve belki biraz olsun bekletmeyi hayatına dahil edebilenler. Islanmayanlar da aslında ıslananlara özenip modern hayatın yepyeni etiketlerini yaftalayıveriyorlar. "Plansız", "spontane" gibi kelimeleri geçirip lügatlardan, kendi normallerini daha diri tutuyorlar, çünkü genel eğilim buna müsait. (Bu: gündemdeki her şeyin mikrodalgada ısıtılıverilmesi) Bir de ıslandığınız için "aptal" gibi görünüyorsunuz.

Ben ıslanmayı tercih ediyorum. Sırılsıklam. Boğulurcasına ıslandığım oldu, oluyor ve olacak. Kendimle ilgili en iyi bildiğim şey bu.

Sırılsıklam olmayı tercih ettiğim için herkesin de öyle olmasını beklemiyorum elbette. Ben de şemsiye taşıyorum, en nihayetinde.

Bir kez sırılsıklam oldunuz mu... Onun tadını aldınız mı... Tanrı'ya daha yakınsınız.
Zaten günlerdir bu loş oda fısır fısır. Günlerdir de orada-burada-şurada-onun yatağında-ötekinin kanepesinde hatta berikinin üstünde falan derken, odayı da, odadakileri de dinlemeyi unutmuşum. Sırılsıklam olma halimi ne kadar sevsem de, durup biraz dinlemeli.

Sırılsıklam olup, pişman olanlar ve artık tercih etmeyenler de olabilir. Ama ben sanırım inatçıyım bu konuda da. Tam ıslanmadınız o zaman siz. Ciddiyim.

Benim sırılsıklam olma tutumumun, karşımdaki kişi için bazen korkutucu olabileceği, ya da "yok ya, ben bu yağmurda çıkmam" dediği sekme anları da oluyor işte.

Artık hiç gücüm kalmadı, migren de sol ön taraftan büyük ustalıkla kemirmeye başladı.

Yağmur da çok azaldı hem.

Şimdi istesen de sırılsıklam olamazsın işte...


19 Haziran 2010 Cumartesi

Bazen

Bazen

Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan.
Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, ama arkan dönüktür.
Yüreğinde kuruludur orkestra, ama duyamazsın.
Koskoca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın...

W.Shakespeare.

15 Haziran 2010 Salı

En sevdiğim yeri

En Üstün Yol: Sevgi 1-13

13

İnsanların ve meleklerin dilleriyle konuşsam ama sevgim olmasa, ses veren bir pirinç çalgı ya da gürültü oluşturan bir zil durumuna düşerim. 2Peygamberlik etme yeteneğim olsa, tüm gizleri ve bilgileri bilsem, üstelik dağları yerinden oynatabilecek iman bütünlüğüne sahip olsam, ama sevgim olmasa bir hiçim. 3Sahip olduğum her şeyi yardım niteliğinde sunsam, bedenimi de yakılan sunu kılsam, ama sevgim olmasa bana hiçbir yararı olmaz.

4Sevgi katlanır, iyilikle davranır, kıskançlık bilmez. Sevgi büyüklenmez, böbürlenmez, 5utandırıcı bir şey yapmaz, kendi çıkarını kovalamaz, içerlemez, kötülüğün hesabını tutmaz. 6Haksızlık karşısında sevinmez, gerçek karşısında sevinir. 7Sevgi her güçlüğe dayanır, her şeye inanır, her şeyden umutlanır, her duruma sabreder.

8Sevgi yozlaşmaz. Peygamberliklere gelince geçip gidecekler. Diller susacak, bilgi de yok olacak. 9Çünkü bilgimiz de, peygamberliğimiz de tam değil, sınırlıdır. 10Ama Yetkin Olan geldiğinde, sınırlı olan ortadan kalkacak. 11Çocukken çocuk gibi konuşur, çocuk gibi düşünür, çocuk gibi kafa yorardım. Olgunluk döneminde çocukluğa özgü davranışları geride bıraktım. 12Çünkü şimdi aynada bir bilmeceye bakarcasına görüyoruz; ama o zaman yüz yüze göreceğiz. Şimdi kısıtlı kapsamda biliyorum; ama Tanrı’nın beni tam olarak bildiği gibi o zaman ben de tam olarak bileceğim.

13Şimdi kalıcı olan iman, umut ve sevgidir; bunların üçü. İçlerinden en üstünüyse sevgidir.

14 Haziran 2010 Pazartesi

Trapezist

Bıraktığım gibi bulabileceğim insanları özledim.

Vardı eskiden, olurdu. Mesela çocukken, eğer çok ekstrem şeyler olmamışsa, herkes neredeyse bırakıldığı gibi olurdu. Yaz tatili geçerdi, yazın ne yaptık gibi bir kompozisyon yazardık ve olur giderdi.

Şimdi bırakıldıktan sonra kimse, bırakıldığı gibi olmuyor. En "evden işe-işten eve"\"okuldan eve-evden okula"lar bile aynı olmuyor.

Bırakılmadan bırakılmaya da fark olabiliyor gerçi, o zaman bırakıldığı gibi bulunabilmek falan zaten yalan oluyor. Yukarıdan, fazlasıyla yüksekten bırakılmak mesela, en azından tek parça halinde olamamaya sebebiyet veriyor, bundan eminim.

Trapezistlerin altında (trapezistle yatmıştım-bence hayatımın en inanılmaz derecedeki saçma anektodu olabilir) ağ gibi bir şey olur ya, düşerse "bırakıldığı" gibi olmak için olan o aparat hani. Ondan alabilmeliyiz zaman zaman.

Aslında yalan hikaye. Alamayız, ama arada alıversek? Sirkteki trapezisti izleme sebebi "aha şimdi düşecek" hissi değil mi? Gerçekten insanlar insanlara "bakalım ne zaman düşecek?" hissiyle yaklaşıp, bunu diğerlerine tattırmaya çalışıyorlar mı? Ve sonrasında da -ki sadece "düşecek mi" beklentisi bile yeterlidir aslında düşürmeye\düşmeye- düşülüyor olmasını o kem gözlerine, pudrasız ellerine bakmadan "haha tabii ki bu da düşüyor, sıradaki!" ile perçinleyerek devam ediyorlar mı?

Edebiliyorlar. Müthiş derecede hem de, inanamazsınız.



11 Haziran 2010 Cuma

Deli

Eski evin orada da bir tane delimiz vardı ama bu kadar yakın değildik kendisiyle. Yakınlıktan kastım fiziksel, uzak bir mesafedeydi, arada uğrardı sadece. Zaten anadolu yakasının delileri meşhurdur. Kadıköy, Üsküdar, Erenköy, Caddebostan hatta Kartal'da falan bulunabiliyorlar. Ben de iyi takipçiymişim.

Burada, evimin, odamın tam karşısında bahçe katında bir deli var. Sabahları arada ana-avrat ekolünden küfürlerle uyandırılma oluyor, cam bazı şeylerin kırılması olabiliyor, bağırış-çağırış olabiliyor.

Bugün onun yanında oturan öğrenci çocuklarla olan bir konuşmasına elimde bira-sigara varken hem duyarak hem de görerek şahit oldum.

"Abi, beni sev." diyordu çocuklara. İnanabiliyor musunuz?

İnanabilenler ve inanamayanlar olarak zaten ikiye ayrılıyoruz bence.

6 Haziran 2010 Pazar

Doz

Geçen yine bir sohbet ortamında R. insanı dedi ki:

"Tamam abi, o zaman şöyle diyeceksin 'Ona o zaman, olunca bakarız, geç."

Geç.

Dün gece uzun zamandır yapmadığım bazı eylemleri arkası arkasına getirmek suretiyle yüksek dozda M. oldum. Dozumun yüksekliği neredeyse herkesin hoşuna gitti. Ya da dozumun yüksekliği etrafımdakiler için artık alışılmış bir doz halinde artık. Ya da yüksek gelse de ses etmeyecek kadar iyiler. Ya da yüksek dozdayken anlayamadım hoşlarına gidip gitmediğini. İyiydi işte, geç.

"Ona o zaman bakarız, geç."


24 Mayıs 2010 Pazartesi

Al sana yazı

Bugün yazılabilecek en güzel copy-paste, aynen aktarıyorum:

"
merkür

amma onemli gezegen.
kendisi retrogate oldugunda elektronik aletler bozulabiliyor, sinrler bosaniyor, uykusuzluk olabiliyor vs.
bir gezegen bizim uzerimizde bazi teorilere gore buyuk etkiler yaratabiliyor.
insanlar olarak cok ama cok zavalliyiz bence."

from R.

Net.

18 Mayıs 2010 Salı

Gökçe

"o kadar da değil" demişti.

"o kadar da izin verebileceğini zannetmiyorum" demişti. (burası bende kalacak)

17 yaşındaydı Gökçe tam 5 yıl önce bu diyardan kendini alıp gittiğinde. ölümün bile yakışabileceği yegane insanlardandı, belki de bunu biliyordu.

bilmek yetmedi işte, "biliyor olman yetmiyor, hissetmen de gerekiyor" diyen biriydi zaten.

hala biliyor olmam yetmiyor Gökçe, hissetmem gerekiyor. ben de beynimin sağını geliştirmişim bir ara sanırım, bilmekle değil de hissetmekle yaşıyorum.

bu gece bir kez resmen seni odamda, yanımda hissediverdim. benim yanında olduğunu biliyor olmam yetmediği için, dokunuverdin.

iyi ki varsın!

13 Mayıs 2010 Perşembe

Büyüyünce

Bugün okulda yaptığım işe dair en elle tutulur başarımı kazandım sanırım, Pegasus'un konkurunu ekiple beraber almış bulunmaktayız. Ne mutlu!

Yorgunum ama, fena çarpmış da haberim yokmuş. Daha üstüne finaller gelmekte. Gerçi onlardan kaçış olmadığından, zevk almaya bakmak lazım.

Bugün "martının siyahına karga denir" diyen bir ufaklıkla motorda konuştum, inanılmaz bir enerjisi vardı, büyüyünce veteriner olmak istiyormuş falan.

Paldır küldür geçmişime gittim. (Eh, artık çeyrek asır olmasından mütevellit, öyle bir anda gidiverilmiyor sanırım.) Şöyle ki, herkes çocukken bir şeyler olmak istiyordu. Ben çok küçükken, korkunç soğuk bir kış günü Eskişehir'de annemin elini tutmuş yürürken, kestanecinin yaydığı sıcaklıktan dolayı "ben kestaneci olucam!" demişim. Ama bu M. insanının çok küçükken anlık bir fiziksel tetikleyici etkisi ile (bak bak psikoloji falan biliyor sanki) söylenmiş bir şey.

Ama haricinde, çocukken ne olacağıma karar verememiştim. Kişisel gelişimlerine önem verenler doktor, öğretmen falan olurken, daha fantastik olanlar itfaiyeci, çöpçü falan oluyorlardı. Herkes seçmişti ne olmak istediğini ve hissettiğim şey bana bir şey kalmadı hissiydi. Seçilmişti her şey. Günlerden bir gün, eve bir yerlerden kitaplar falan geldi, zannedersem kolideki bazı şeyler rafa konmuştu. Ben de çocuklar için olan bir dizi kitaba daldım, insan vücudu nasıl çalışır, bu ne, kim ne iş yapar gibi temalar vardı. Direk en başta da arkeolog vardı, bir piramitimsi yapı ve şapkalı insanlar. Bayılmıştım! Hiç zaman kaybetmeden arkeolog olmaya karar verip kitabı kapamıştım. Ama en güzeli de kimse arkeolog olmayı istememişti. Bana kalmıştı yani. Hemen deklare etmiştim evdekilere ve arkadaşlarıma, hatırlıyorum.

Motordaki çocuğun yanındaki kadın da "veteriner olma, doktor ol" dedi.

Ölür müsün, öldürür müsün?

14 Mart 2010 Pazar

Buradan göçerken

Bir zaman önce, bir şekilde tanıştığım bir reklam insanıydı Kaan Sezyum. Tanışmadan önce de takip edilen biriydi tarafımdan, ama tanışınca daha da ilginç gelmişti bana. Çocuk gibi düşünmeyi adam gibi yapabilenlerden. Kırmamaya çalışan, güç veren, destekleyen, "olmamış" demektense "bir de şuradan düşünelim hep beraber" diyenlerden. Zaten iki kez falan yüzyüzeydik, görse bile hatırlamaz M. insanını.

Bu aralar Kaan, hayatının anlamını, yol haritasını, merkezini, çapını, sevgilisini bir anda kaybediverdi. Bir süredir yoktu internette de. Radikal'e içini biraz dökmüş, sağolsun. Sağolsun. Piyango işte dediğin gibi. İzniyle buraya aynen aktarıyorum, içime de oturdu. Hele ki geçirdiğim şu güzel son 15 günü düşünüp, empati kurmaya çalışınca (ki asla tam anlamıyla yapamam, anlayamam) iyice daralıyorum, hepimiz için...

Hayat ve anlamı

"
Geçen haftadan beri hayatımın pek bir anlamı yok gibi geliyor. Ne yazılarımı okutacağım birisi, ne sabah güldüğümüz birisi, ne de balkonda kuşları yemlediğimiz birisi var yanımda. Yok yani. İşin en fenası da bu yok oluşun, tam anlamıyla bi yok oluş halinde gerçekleşmesi oldu. Gayet güzel kahvaltı ederken, birlikte Türk kahvesi için tek bir sigarayı ortaklaşa tüttürürken birden akşam oluyor, evde kimseler yok. Çat! Şimdi evde iki kişi kaldık. Kedimiz Tortor da bu vesileyle üzerime kaldı. Yokluk kendisini zamanla hissettiren bir şey. Varken olanı hissetmiyorsunuz, yokken de olmayanı hissediyorsunuz, garip. Kısa sürede çok üzüldüm.

Üzülmemin sebeplerini düşündüm biraz. İnsan çok sevdiği birisini kaybedince (bence) birkaç şeyden dolayı üzülüyor. Ben artık onunla bi şeyler paylaşamayacak olmama üzüldüm. Kumda kendisini temizleyen bir serçe, suyun dibinden giden bi balık sürüsü gördüğümde artık gösterecek kimsem yok. Çok yalnızım. Ama arkadaşlar iyidir, beni yalnız bırakmıyorlar. Yalnız kaldığınız her an bi takım anılar çıt, çıt ya da güm güm şeklinde kafanızın içinde patlayıveriyor. Geceleri uyumak çok zor. İçki de içmediğimden, uyumak için alternatif tıbbın tüm bileşenlerini devreye sokuyorum.
Gözlerimi bilinçli olarak kapatmak istemediğimden yapılabilecek en sıradan şeyi yapı TV’ye bakarken ekran karşısında sızıyorum. Sabah kalkış kısmı daha fena. Uyandıktan sonra yatak keyfi diye bir şey yok. Zaten yatakta keyif yapacak bi şey de yok. Sabahın köründe kargalarla birlikte oturup bok yemeye başlıyorum ben de. Ne yapalım, hiçbir şeyi değiştiremiyoruz ne de olsa. ‘Hayat devam ediyor’ filan diyorlar ama benim için aslında hayat pek devam etmiyor şu sıralar. Neyi devam etsin? Benim için hayat yeniden başlıyor şu anda sanırım. Hem de sıfırdan.
Sevindiğim şeyler de var. Son bir yılı reklam acansındaki işimden ayrılıp evde Nursel’le birlikte geçirmiş olmamız beni en çok rahatlatan şeylerden biri. Ortalama insanlardan çok daha fazla birlikte ve mutluyduk son bir yıl içinde. Evde sabahtan akşama oturup, ağaçlara bulutlara, Tortor’a bakıp gülüyorduk. Çok mutluyduk, gerçekten. Çoğu insanın yaşayamayacağı kadar mutluluk yaşadım son bir senede. Ne yazık ki mutluluk da elektrik gibi bir yere istiflenmesi zor bi duygu. Şimdi o mutluluk anları anı olarak suratıma kapanıyor. Yalnızlığın bir başka karanlık tarafı da ortaya çıkıyor böylece; karşılaşmalar.
Sabahtan akşama çevremdeki birçok şeyde birlikte yaşadığım, eğlendiğim ve mutlu olduğum insanı görüyorum ister istemez. Neyse ki şimdi kendisini Heybeli’ye bıraktık. Bir süre sonra o da adanın bir parçası olacak, Heybeli’ye her gittiğimde belki de enseme konan bir sinek, topraktan çıkan bir çiçek, ağacın tekinde ekşi bi erik ya da peşimden gelen yavru bi kedi olacak. Şimdilik beklemekte yarar var. Hiçbir şey kaybolmuyor, bu da bir gerçek.
Hep çok şanslı olduğumu düşünürdüm. Hâlâ da düşünüyorum galiba. Hep istediğim işi yaptım, beni sıkan protokollere, ıvıra zıvıra bulaşmadım, zora gelmedim, her işim iyi gitti... Ama geçen haftaki bomba biraz fena patladı bende. Şu anda evrensel şans skalasında eksilere düştüm sanırım. Bundan sonrası yukarı çıkış olabilir sadece.
‘Küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek lazım’ gibi zırvalar vardır ya, işte biz aynen o laflardaki gibiydik. Küçük ama mutlu bi hayatımız vardı. Dolaptan kestiğim bi parça kaşar peynirine sevinirdi. Susadığı zaman götürdüğüm bi bardak suyun yüzünde yarattığı mutluluğu görmeniz gerekirdi beni anlamanız için. Sabahları sağlıklı olalım diye tek bi aspirini içip “Şimdi mükemmel olduk” diye salak salak sevinirdik. Bahar geldiğinde balkonu çevreleyen ağaçların yaprakları yeşerip her yer yemyeşil olduğunda dünyanın en mutlu ikilisi olurduk. İnsan burnuna Çin yağı sürüp uyuyacak diye sevinir mi? Bazısı seviniyormuş, o da bana denk gelmiş. Şans işi işte.
Bir yandan da birbirimize hiç benzemezdik. Zevklerimiz çok farklıydı ama bana her zaman yeni bir şeyler gösterirdi. İnsan olmayı, çevremi sevmeyi Nursel’den öğreniyordum, daha da alacak çok dersim vardı. Krediler tamamlanmadan kaçtı gitti, bizim krediler de yandı badem oldu. Daha öğrenecek çok şeyim vardı.
Beni hayata bağlayan şeydi kendisi. O gidince iyice saçma sapan bir insan olacağım gibi hissediyorum. Bana kızacak, yaptıklarıma laf edecek ya da beni çekip çevirecek birisi yok şimdi. Dımdızlak kaldım evde, bir de kucağımda Tortor var, mal gibi salonda kanepede oturuyoruz, ağaçların gölgelerine bakıyoruz işte.
Durum böyle olunca hayatın da anlamını görmeye başlıyorum ağırdan. Hayatımızın anlamı anılarımızmış, onu fark ediyorum bi kez daha. Güneş doğuyor, güneş batıyor, haberlerde saçma sapan şeyler, iş yerindeki sıkıntılar, kişisel çekişmeler filan acayip fasa fisoymuş,
bi kere daha ayılıyorsunuz. Ama narkozdan hızlı çıkmak da bi kafa yapıyor. Anlamsızlık içinde buluyorum kendimi sık sık. Evinde oturan ve yaşadığı hayatın bomboş olduğunu gören bir emekli gibiyim. Tek farkım çok güzel yaşadım, geçen haftaya kadar da kazasız belasız geldiydik. Naapalım, piyango bu sefer bana çıktı, yarın başkasına çıkacak, sonraki gün de bir başkasına. Çekiliş hep devam edecek.
Bi fotoğraf filan koymak istiyordum ama hiçbir şeye bakamıyorum. Zaten tüm fotoğraflar benim aklımda. Zamanla çıt çıt açılıyorlar. Şimdi onlara bakmak için çok erken.
Karşılaşmalar, eşyalar ve yerler en fenası. Ama her şey ilk seferinde çok acıtıyor insanın içini. Aynı yerden ikinci geçişinizde sadece içinizde bi sıcaklık kalıyor. Bakalım ne olacak? Hayatımın en büyük darbesinden sonra ne kadar sıcak beni kurtaracak bilemiyorum. Yalnızlık sıcak bi şey değil, onu çok iyi biliyorum.
Geçen hafta tam da şu satırları yazdığım sırada yanımdan gitti, artık yok. Yani var ama, yok. Üzücü ama gerçek, ne yapalım?
Şimdi arkadaşlarla daha fazla zaman geçirilecek, onlarla da güzel anlar paylaşılacak, mutlu yaşamaya devam edilecek. Mutlu olmaktan başka yapacak bir şey yok. Yani var ama, yok."


2 Mart 2010 Salı

Olmaz mı?

İki hafta önce çok güzel bir pazar geçirmiştim.

Cumartesi günü Kurtuluş'ta bir arkadaşımda dvd izleme ve erken saatte eve dönme planıyla yola koyulurken hiç kafamda böyle bir pazar yoktu.

Dvd sonrası, ne yapsak-dışarı mı çıksak-evde mi içilse-yemek mi yesek-yeni bir film mi izlesek hezeyanlarından sonra, isteksiz kişilerden oluşan insan güruhunu yanımda bir kişiyle kendi hayatlarıyla başbaşa bırakıp çıktım. Sadece bir bira içmek için KB yollarına koyulduk Alper kişisiyle.

1 bira ve bir mojitodan sonra (Utku, hala buluşup insan zihinlerini kirli emellerimize alet etmiş değiliz, time is ticking!) bir anda reklam dünyasının pırıltılı kişiliklerini aramak ve buralarda mısınız deme kararı aldım. R. ve pınar tabii ki oradaydılar ve hemen Asmalımescit'e akıldı. Partilendi, içildi, dans edildi, saçmalandı, gülündü, yine içildi, çok içildi... Ardından takatsiz ve edeleli vücudumu onların evlerinde dinlenmeye alma kararı aldım. Bu esnada oturan göbek ve manita of pinar ile de tanışma ve kaynaşma fırsatını elde ettim.

Dedikodu yapıldı, anlatıldı, yaşananların üstünden geçildi. Ama hiç kimse kasılmadı, aktı gitti. Böylesini umardım, ama bu kadarını değil açıkçası. Süper bir uyku ve müthiş bir kahvaltının ardından Gümüşsuyu taraflarından Eminönü'ne çiçek (ve tabii ki sülük) bakmaya gittik. Sonra da Gülhane parkına. Oradan da ayrıldık, evlere gidildi.

Öldüğüm zaman göreceğim film şeridinde spontan gelişebilen güzel günlerimi ve o insanları görmeyi talep ediyorum.

Olmaz mı?


23 Şubat 2010 Salı

Grup lideri olarak Pollyanna


Şöyle bir ortam düşünüyoruz:

Yaklaşık 10-12 kişi, büyük sayılabilecek bir salonda müzik eşliğinde sohbet\muhabbet edip, benim için genellikle lüks tüketim olan "Mojito" yu (Utku, "biz İspanya'da iken" diye tüm gece bir masa dolusu insanın kafasını bi sen bi ben şeklinde hardcore softporn tadında sikmeyi özlemişim, buluşulsun) içip, tam anlamıyla "kafa güzelleme" yaşanıyor. Toplanmanın amacıysa, doktora için Erasmus ile bir ülkeye gidecek olan yakın arkadaşlarımdan birinin okuldan tam burs alabilmesi.

Kafalar güzel, insanlarla ortak paydalarda buluşabilmek rahat. Sonra terapiler, yapılanlar, grup terapileri falan derken birisi blog tuttuğunu, ve de bloğa sadece morali iyiyken girdiğini ve güzel şeyler yazdığını, morali bozuk olduğunda da o bloğu açıp okuyarak kendisine "terapi" uyguladığını söyledi. Bir sürü insan da "aa valla bravo, çok pratik kadınsın şekerim" tepkileri verdi. (Hepimiz reklamdan, futboldan, siyasetten, psikolojiden, ekonomiden anlıyoruz zaten "şekerim")

Birisiyle o an gözgöze geldim, yeni tanıştık sayılır ama o geceden önce tanışmıştık bir kez. (Hafızam çok iyi olduğundan ben çok insanla tekrar tekrar tanışabilirim) Hafiften de az gülümsedik.

Evet, artık biz de sinsiydik!

Pollyanna'nın bloğu mu?

Kafasını sikeyim!

18 Şubat 2010 Perşembe

İkinci ürünün yüzde ellisi bedava

Bu aralar hayatın kendi kafasına nasıl eserse öyle davranageldiği bir dönemdeyim, ki aslında zaten hep öyledir ama onu bir süre kendi başına bırakmam gerektiği kanısına vardım. Kontrol hastası olan biri için zor ama arada sırada da olsa baştan çıkarıcı bir lezzet olabiliyor.

Lezzet mi? Saçmaladım, mazur görün.

Müdahale etme durumumu minimumda tutuyorum yani, belki de kolaya kaçıp günü kurtarmaktır diğer adı, bilemem. Aslında üzerinde durursam bilebilirim, ama o derece müdahalesizliğe ihtiyacım var.

Dün berberimi arayıp "yarım saat sonra orada mısın?" sorusunu yöneltme amacıyla ulaşma çabam nafile olunca, o yarım saati berbere doğru gitmeye kullanarak yerinde olup olmadığını incelemeye koyuldum. (bu cümleyi, gelecek nesillere örnek olması açısından olduğu gibi bırakıyorum) Gittiğimde hastalandığını ve bir süre gelemeyeceğini söylediler. Ben de "Aaa, ne zaman gelicek peki?!" dedim. Geçmiş olsun falan değil yani. Sonra da çok takıldım buna, hala da takılmış durumdayım.

Tahammül sınırım düşük, tepkilerim benden uzak. Yanlış anlaşılma sürecim başladı! Haydi, şimdi M. ile iletişime geçmenin tam zamanı!


4 Şubat 2010 Perşembe

Özet

Ara sıra da olsa,

Böyle zaman geçirmek iyi gelebiliyor.

Hamlamamak lazım en nihayetinde.

22 Ocak 2010 Cuma

Bursaspor!

Doktor yine yeşil-beyaz'dan verdi, hatta hocasına gönderdi falan.

Psikopatoloji kitaplarının sonlarında uzun case study'ler olur hani.


Güne başlarken

"Saten hissi veren çarşaf değil, saten çarşaf istiyorum anne!"

Nasıl?

19 Ocak 2010 Salı

Sevin!






Kitapları basarken onlara uygun kitap ayraçlarını da basmışlar, ki geçen ay bunu okulda car car anlatıp duruyordum.

Hatta, "Alice in Wonderland" aynı aklımdaki.

Tabii ki swissmiss'ten alındı.





18 Ocak 2010 Pazartesi

Alınan Dosyalarım

Son zamanlarımın kümülatif parmak izine bir anda, -hele ki şu aralar- hem de birden alakasız bir şarkıyı dinlemek istememle aynı anda ulaşabilmeme dair.

Bugün, yine kendisine kendimi aşırı dozda maruz bıraktığım Bahar ile beraberken, "az nefret etmek yoktur, nefret edersin ve geçersin" temalı konuşmamız da yazı temasını tetikledi, ilgili ya da değil.

Ben, yine karar verdim ki; şu zamanın değil de, belki bir yirmi sene öncesinin insanıyım. Hırsımı almam, gümbür gümbür şiddetteki sinirimden insanların elimde kalabilmeleri için, nefretimi ve çok sevgimi üzerlerine kusabilmem için bu çağ doğru değil. Ama yanlış da değil. Yani, bir takım marazlar var ve bunun altından kalkamıyorum, o yüzden de çağa bok atıyorum. "If it ain't broken, don't fix it" felsefesinden tiksiniyor oluşum da etken.

Gönderilmiş şarkılar, fotoğraflar, pornolar, ders notları, müşteri sunumları ve bazıları. Adeta M. için "Belirli Günler ve Haftalar" kitabı olmuş. Sorunumuz şu: Şu anda kapısının önünden bile geçmek istemediğim insanların yolladıkları ve kapısında yatmak istediklerimin yolladıkları. Bu iki grubun neredeyse %100 ters korelasyonlu bir şekilde görüşülme sıklıkları. Ama mesela, her iki gruba da "nefret" ögesini bağımsız değişken olarak sokabiliyorum. -tamam, nötr olanlar da var, ama abartmalıyım- O, apayrı bir yazının konusu olsun. -Bahar n'aber?-

Şimdi, bundan 25-30 sene önce olmuş olsaydı, ben bu müziklerin olduğu "kasetleri", "fotoğrafları", "teksir kağıtlarını", "sunum kartonlarını", "basılı işleri" hepinizin suratına çatır çatır atıp, bağırıp çağırabilirdim. Yırtabilirdim, kolonya döküp yakabilirdim, odamın güzel yerlerine ince, hafif sararmış, ele alındığında metal kokusunu bırakan gümüş çerçevelerde saklayabilirdim, her şeyi eskicilere verebilirdim -ki bu yüzyılın attığı en büyük kazıklardan biri eskicileredir-, sahaflara satabilirdim.

Eskimiş ve büyük kartonlara basılmış o rengarenk -hatta büyük ihtimalle cryola ile boyanmış-
sunumların üzerlerine içkili gecelerde arkadaşlarla sunum mankenlerinin suratlarına kocaman bıyıklar çizebilirdim.


Sizi, sahaflara satıp, üzerinizden para kazanabilirdim.

Şarkı aralarında az da olsa size maruz kalabilmeyi göze alarak "o
kasetlerin" üzerlerine bambaşka şarkılar çekebilirdim.

Şimdi? 'Ctrl-a' ve sil. Geri dönüşüm kutusunu boşalt, ve o boşaltma hışırtısı efekti.

Adeta, "haşırt" diye bir ses. Bu.

Ne hesap sorabilmek, ne fıydırıp atabilmek, ne 'bu güzelmiş, bunu şu çerçeveye koymalı' diyebilmek, ne paketleyip yollayabilmek, ne bir temizlik günü esnasında çöpe atıvermek... Hiçbiri yok.

Oysa ki kağıt kesiğine bile razıyım.

16 Ocak 2010 Cumartesi

Salatalık


Bu akşam bir arkadaşımla buz gibi bir Istanbul gecesinde, orada-burada eğlenirken, laf "adamlar"a geldi.

"Kütür kütür adamları seviyorum ben, o yüzden hıyar gibi herifler var etrafımda" dedi.

Bahar, n'aber?



P.S: Pink Martini'den "Hey Eugene" çalıyordu, önemli bu.

12 Ocak 2010 Salı

Bir kişi lütfen

Rüyamda Istanbul'da bir yerdeyim, sanki Nişantaşı'nın arka tarafları gibi. Bir tekel bayisinin önünden sarı dolmuşa biniyorum ve Üsküdar'a gidiyorum.

Bindiğim yer, sürücü, dolmuşun içi her seferinde aynı.

Ama sıkıntılı, hep bir sıcak basmalı, terlemeli. Rahat değil yani, huzursuzluk mevcut.

2-3 aydır var.

Analyse this Sigmund!

10 Ocak 2010 Pazar

"Neden reklam?"



Yakaladınız mı?

Kate Winslet hastası olarak daha yıllar önce izlediğimde anında kapmıştım, ama sizi seviyorum ve aşağıda sırasıyla veriyorum işin decoder'ini.

"went to prison for murder" = Heavenly Creatures
"penniless and heartbroken" = Sense and Sensibility
"almost drowned" = Titanic
"mind started to go" = Iris
"had my memory erased" = Eternal Sunshine of the Spotless Mind
"in Neverland" = Finding Neverland

Helal. Mis.

*Almost drowned Romeo&Juliet olmasın? Olmasın.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Ramak

Bugün, -tam da sunum sırasında, müşterinin gözünün içine baka baka laf anlatmaya çalışırken- bir yılın dörtte biriyle, üçte biri arasında bir ay olduğunu fark ettim.

Şaşırmama ramak kaldı.

Direkten döndüm.


1 Ocak 2010 Cuma

Gayzer


2010 yılına girmemizi alkol, müzik ve yemek şeklinde kutlama girişiminde bulunan bir arkadaşım tarafından sık sık taciz edilmem sonucunda onlara katılmamın sağlanması ve ardından bir arkadaşta konaklama, sabah kahvaltısı, az biraz baş ağrısı, tanışılmış yeni insanlar (çek çocuklardan biri iyiydi) vb. gibi geçen bir gece. Gece işte.

Eve dönüşte klozetin çeşmesinin elimde kalması, adeta banyoda bir gayzerin meydana gelmesi, bir yandan kıçımı mı halledeyim yoksa vanayı mı kapatayımlarla geçen saniyeler...

2010'da eve attığım ilk kişinin tesisatçı olması. (Oysa ki dün gece dönen geyikler...)

Olsun, ben erkeği Ramazan'da tanıdım.

Yarın da borusunu değiştirecek, erkeğim, kurban olduğum...