27 Eylül 2009 Pazar

Arı kuşu ve İgdaş

Kapı çalındığında şaşkınlıkla ya da gerginlikle (belki de her ikisi de, hatta ikisi de değil, bambaşka bir şey ile) yürüyüp kapıyı açtığımı fark ettim. Bir an da olsa, kaşlarımın çatılıp, eyvah\nereden çıktı şimdi bu\ne alaka gibi düşüncelerin kafamdan arı kuşunun kanat hızında geçiverdiğini hissettim.
Bunun toplumsal ve psikolojik nedenlerinden dem vurup, hepinizin (hepimizin) kafalarına, elleri bakım kürlerinden geçmiş orospu çocuğu norveçli balıkçıların o sevimli fokların kafalarına vurdukları sopalarla girişircesine, dem vura vura burada konuşasım, anlatasım, bunun böyle olmaması üzerine söyleyeceklerim var.

Kapılarının kilitlenmeyi bırak, dışarıdan açılabilmesi için ayrı bir mekanizması olan geniş avlulu, ortada kazanların kaynatıldığı, ağasının-işçisinin, müezzininin-papazının, ayyaşının-sofusunun hep beraber oturup yemek yiyip, muhabbetler ettiği gerçek memleketindeki evinden, o zamanlardan bahsediverdi annem daha iki gün önce.

Şimdi elbette ki, "yaa, ne günler geçmiş" vb. formatıyla bu duruma yaklaşamayacağımı biliyorsunuz değil mi? (bilmiyorsunuz hatta, o daha da güzel-bırak öyle kalsın)
Ve şimdi ben, kapı çaldığında içimdeki bu sosyopat norveçli balıkçı ruhumla kapıya yöneliveriyorum. Çok ciddi sorunlarımız (sorunlarım? - yok, sende de var, biliyorum) var artık ve kitlesel olarak psikolojimiz değişmiş, evrilmiş, mutantlaşmış durumda sanki.
Evet, abartmayı seviyorum.

İgdaşçı adammış gelen, onu da big brother'ın bir elemanı olarak görüyorum aslında ama, o daha sonra irdelensin.

24 Eylül 2009 Perşembe

ampul, masa, kitaplar

Evde paldır küldür bir hareket, annemin İstanbul ziyaretlerinden birindeyiz yine a dostlar.
Evi temizlemeceler, kendi düzenini kurmacalar, bu çekmeceye bence sadece kırtasiye malzemelerini koy demecelerle başlayan ve süregelen (an itibariyle halen süregelen) zaman zaman kanlı bir süreç.

Gecenin bir vakti "çat!" şeklinde odamdaki tek ışık kaynağım beni terk eyledi. Benim kişisel olarak bununla derdim olmadı ama daha az kontrol mekanizmasına sebebiyet veren bu karanlıktan annem hiç hoşlanmadı ve de gidip yatmasına rağmen inanılmaz huzursuz uyudu.

Aylardır sarılı bir şekilde duran çalışma masam kuruldu; kocaman, rahat, daha göze hitap eden gibi uluslararası anlamda en azından bir masa için pozitif olarak addedilebilecek sıfatlarla hayatıma girdi.

Raflarına da kitaplarımı koydum. Ama kronolojik olarak bakıldığında hepsi neredeyse yepyeniler. Eskiler? Eskiler ne oldu?

Bir kısmı doğduğum şehirde, kolilerin içinde bir evin bodrum katında duruyorlar. Bir kısmı yine o şehirde başka bir evde kolilenmiş halde. Bir kısmı onda, bunda, şunda ve de bundan inanılmaz derecede rahatsız oldum. Çünkü şimdi lambanın ampulü değişti, masa büyüdü ve kitaplarımın yokluğunun ayırdına vardım. Olmayan kitapların yokluğu değil ama, varolup da şu anda erişilemeyen kitapların yokluğu.

Varolup da erişimim dışında olan her şeye buradan sesleniyorum: Lütfen geri gelin, sahip olmak gibi bir derdim yok, sadece burada olun. just be.

ps: yazarken beck çalıyodu.

17 Eylül 2009 Perşembe

kafası kaçmak

iki gün boyunca buraya giremedim ve o zaman zarfında inanılmaz derecede yazmak istedim.

şimdi açık ve hepsi kaçmış!

alacağınız olsun lan...

10 Eylül 2009 Perşembe

bek tu sukuul


"all the kids are going back to school, the summer is over it's the golden rule" demiş, eleman.

iyi aslında, okula dönebilecek yaşta olmanın ve bunun geçiciliğinin bir güzelliğini hissetmedim değil bu yaz çalışırken. göreceli tabii, ama sevdiğim bir şey(ler) ile meşgulüm okulda da, o da bomba.
ama, bir his var işte, okul açılıyor ya, fotokopide sıra beklemeler, gece yarıları ödev yetiştirmeler. hocaya, asistan dert anlatmalar. yine M. olarak 40 tavşanı aynı anda kovalamaya çalışmalar.
fotoğraftaki eleman gibi yatıcam duvar dibine pazar gecesi. fonda bizimkiler'in açılış müziği, banyodaki buhar ve sabun kokusu, hazırlanmış çanta gibi hislerle!

7 Eylül 2009 Pazartesi

MonAmi


Az önceki yazıyı yazarken, aklıma inanılmaz uzun zamandır pastel boyayla resim yapmadığım geldi. Pastel boya yani, normal bi'şey gibi di mi?


Değil, cidden hatırası bol; kokusunu, kağıda sürtme hissini, yoğunluğunu ve hatta deneyim manyağı bir çocuk olmam yüzünden tadını bile hatırlattı.


Üzere.


Çok iyi hissetmiyorum kendimi aslında.

Yeni biriyle tanıştım, ilginç biri, konuşması, tavırları, anlattıkları. Hani iyi gelir ya bazen, apayrı bir kafası vardır, hiç alakanız olmadığı şeylerden bahseder-siz de ona onun alakası olmadığı şeylerden bahsedersiniz- ama bir bakarsınız ki o kadar da apayrı değilmişsiniz konudan falan. Yakalarsınız yani. Buna "keep up feeling" diyor sevgili psikologlarımız, böylelikle kişi kendisini farklı bir gözden onaylatmış oluyor, ki her ne kadar modernleştirilmiş yalnız hayatlarımızda "ben bireyim!" diye bağırsak da, bildiğin sosyal gruplar halinde yaşayan bir hayvanız. Bu sebepten dolayı, bu noktalar önemli, hele ki yeni biri, yeni bir konu, yeni bir olaysa, onay almak çok daha önemli oluveriyor.


Şimdi, "burada", bu tarihi binada onaylatılmış hissedemiyorum. Cidden bir şeyler ters gitti hissim yoğun. İlk kez böyle bir deneyim yaşayıp, ağzıma sıçılmış hissiyle öylece duruyorum. Mission alıp, "failed" olmuş gibi. Tabii ki "ah, hiç bana göre değil başarısızlıklar!" demiyorum, gayet bana göre, ama bir şeylerin ters gitmişliğine değil de, neden ters gitmişliğine takılıyorum sanki. Ya yoğun işten kaynaklanan stresin insanların üzerindeki etkilerini üzerime alıyorum, ya da cidden farkında olmadığım, olamadığım bir durum var ve benim yüzümden sadece ben değil, benimle ilgilenen insanlar da mutsuz.


"Ben bu işi yapıcam lan!" diyip, hayatımı yıkıp, tekrar kurmaya başlarken, bu iyi olmadı. İstediklerimiz olmuyor, evet, buna alıştık. Ama istediğim herhalde şu olurdu, "yok yahu, yanlış yakalamışsın sen, işler yoğun..."


Bunun üzerine yapılacak bir şey de pek yok.

Şu anda R. "Everything gonna be alright" çalıyor hemen yanımda, çok boktan hissediyorum- belki de duygusal davranıyorum rasyonel davranmam gereken bir duruma ve o yüzden mutsuzum. Ama bunu da denemeden bilemem ki... Hisler de yaşanarak öğreniliyor.


Ah M. ah...

3 Eylül 2009 Perşembe

Sinsi

"Sürekli sert sessiz" diye bi'şey var...

Bu kadar sinsi bi'şey olabilir mi ya? Harfsiniz sonuçta.

2 Eylül 2009 Çarşamba

Yeni Zelanda ve Karpuz


Bazı insanlar vardır; nereye koyarsanız koyun, ne okutursanız okutun, nerede çalıştırırsanız çalıştırın sorun yaratmazlar, en azından ortalama bir başarıyı yakalarlar. Mızmızlanmazlar mesela, onlar için o iş yapılacaktır, yapılıyordur. Seviyor mu, nefret mi ediyor, o gün kahvaltıda kötü mü yemiş, dün gece sevgilisinden mi ayrılmış, almak istediği o t-shirt'ün small'u mu kalmamış, içtiği kahvenin kokusu her gün içtiğine göre başka mı kokuyormuş, o sabah uyandığında sabah ereksiyonunun verdiği gazla patlamak ve işe gitmemek mi istiyormuş, parası olmamasına rağmen suşi yemek isteyip de yiyemediği için bunu kafasına takıp "ne için çalışıyorum a.q., en başta 3-4 kişi para kazanıcak diye 50 yaşına kadar götünü yırt, kimseye de bi' yararın olmadan kalpten geber git" gibi kurmacaları kafasına takıp oturduğu yerde Yeni Zelanda'daki gönüllü kamplarını araştırırken mi buluyormuş... Takmaz. Yatar, kalkar, işine bakar...

Bazı insanlar vardır; sadece kendi istedikleri ve sevebildikleri şeyleri yapabilirler. Okul hayatları çalkantılıdır, hep şikayet halinde geçen, gergin, tansiyonu yüksek iş yaşamları olur. Başarıyı yakalayabilmeleri sadece sevdikleri ortamlarda yaratabilecekleri sinerji ile mümkün olabilir. Kendini yapılan işin ne kadar içinde hissedebildiği, bulunduğu yerin ışıklandırması, o sabah giymek istediği pantolonun kirli sepetinde olması yüzünden bambaşka şeyler giymek zorunda kalmış olması, havanın istediği kadar sıcak\soğuk olmamış olması, "eve giderken şunu alayım" dediği şeyi eve girdiği anda hatırlaması, dün akşam eve giderken aldığı karpuzun bu yaz aldığı 5. (yazıyla be-şin-ci) karpuz olması ve son dördünün kelek çıkarak bir elinde tahta saplı, eski ama sağlam mutfak bıçağı, diğer elinde kestiği karpuzun kafasıyla derinlere dalarak "daha adam gibi yoklayarak doğru karpuzu seçemiyorum, yoklaya yoklaya nası doğru adamı seçicem" demesi... Takar. Bunları kafasına takar!

Yemicem karpuz...

1 Eylül 2009 Salı

al sana eylül




Yazın başında plan yapmıştım. Şunlar okunacak, bunlar atılacak, ötekiler ötelenecek, şuradakiler alınacak, şuralara gidilecek gibi...




Noldu? Tıııss! Bi halt yiyemedim. Tamam, bazı haltlar yedim, kabul ediyorum. Ama, ama..




Dün okul için online ders kaydı olayları, bugünün çok sevgili iş arkadaşım, diri vücutlu insan R. tarafından 1 Eylül olduğunun hatırlatılması, kombicinin posta kutusuna kışa hazır mısınız el ilanını koymuş olması, sabah motorda uzun zaman sonra ilk kez üşümem ve bunda yalnız olmamam gibi şeyler bu hissi tetikledi.




Plan yapmak değil de söz vermek lazım kendimize sanırım. Anca o zaman adam gibi yazlar geçebilir.




O da saçma ki... Ya da biri olsun desin ki "haftaya şuraya gidilsin mi?" hatta "gidilsin!" desin, ben de "eh iyi madem" falan diyeyim.




Şu an bıkkınım. Eylül hep böyle bir sıkıntı halinde geçiyor zaten, eylülden sonrası sıkıntısız. Ekim ve kasım güzel hatta. Dedim ya, sorunum sonbahar ya da kışla değil. Hatta soğuk havayla, yağmurla falan hiç derdim olmadı. Olay geçiş dönemi galiba. Ki, bu aralar ciddi anlamda geçişlerdeyim gibi.




Nasıl olur bilmiyorum, ama çatır çatır geçer işte.




Malta eriği sonbaharda mı çıkıyordu ya?