Burayı zaten takip eden, (ettiğine emin olduğum demiyorum) 5-6 kişi falanız. İyiyiz, ama. Fena değiliz yani, gideriz. Hele biraz içince falan tam kıvama gelen insanlarız. Bundan dolayı, herkese mutlu yıllar dilemem gerekmekte, hakkınızı yiyemem.
Bu yıl; evime artık "yeni evim" demez olmuşum, okulda bir dolu şeyi hayretler içerisinde kalarak öğrenmiş ve hatta bir kısmını da uygulamışım, az alışveriş yapmışım ama çok dışarda yemek yemişim, sağlam içmişim, yıllardır benimle olan saatimin yerine yenisini almışım, zıvanadan çıkma noktasının çok da uzak ihtimaller dahilinde olmadığını görmüşüm, fena okumamışım ama hedefe ulaşamamışım, az tatil yapmışım, çok yorulmuşum, insanlara bazen az, bazen fazla değer vermişim, yerinde değer verdiğim çok az insan olabilmiş, yeni insanlarla tanışmışım bazılarını sevmişim, bazılarını sevmemişim ama bu onların şu anda hayatıma dahil olup olmadıklarını pek de değiştirememiş, çok özlemişim, beklediğimden az yazmışım, evime hırsız girmiş ve her şeyimi alıp siktirip gitmiş-en çok da benim odamı dağıtmış ibne, yılın son 3-4 ayı bombok geçmiş, sağlık sorunlarıyla uğraşmışım, ameliyat olmuşum, h1n1 olmuşum, ağır farenjit olmuşum, annemi hastanelerde beklemişim, yakın bir arkadaşımı ve yakın sayılabilecek başka bir arkadaşımı kan kanseriyle uğraşırken bulmuşum, her an ağrıyla yaşıyor olmayı öğrenmeye başlamışım, 18 tane kadının ve benim bir arada olduğu bir ajansta staj yapmışım, orada bu blog'un yaratılma sürecinde en büyük katkıları olan "R." ve "Pınar" ile karşılaşmışım, onlardan kötü düşünceli olmadan da bu işlerin yapılabileceğini ama bazen kan çıkarmadan işlerin bitmeyeceğini öğrenmişim, onları çok sevmişim ve onların paçasını onların zannettiği kadar kolay bırakmayacağımı kendime özümsetmişim, kendi direktörümden iş paylaştırabilmenin bir meziyet olduğunu ve yöneticilik vasfına sahip olmanın temelini oluşturduğunu ve öyle her revizyonu yaparsak onun altında çalışan kız gibi sadece üst kata mail atan biri haline gelebileceğimi öğrenmişim, yapılan işlerden "logoyu büyütebilir miyiz?" duymaya alışmışım, yeni pofuduk bir yorgan almışım, yakın arkadaşlarımla az görüşebilmişim, az da olsa trene binebilmişim, Bozcaada'ya gidebilmişim, hayatıma okul sayesinde tanıştığım iki tane çok önemli insan girmiş ve onları kendime "life-coach" yapmaya başlamışım, yılın şu son günlerinde içimdeki enerjiyi fark etmişim ve inanamamışım, sonunda temizlik için birini bulabilmişim, ağladığım güldüğümden daha çok olmuş, bol bol kafam karışmış ama kafa karışıklığı iyidir yavrum demişim, yemek yapmayı azaltmışım, İspanya'ya gitmişim ve kafa insanları hayatıma sokmuşum...
Üç nokta da kullandığıma göre, yeni yılı çok bohem ve elit bir içerikle bitirdim. Ama umarım 2010 yılı üç noktayla özetlenecek bir yıl olmaz sevgili M. severler.
31 Aralık 2009 Perşembe
17 Aralık 2009 Perşembe
Beni kopar-ma
15 Aralık 2009 Salı
Başucuma koyasım geldi
11 Aralık 2009 Cuma
Noktalama İşaretim
Fotoğrafla yakından uğraşan arkadaşlardan birinin "sen bunu seversin" diye gönderdiği bir fotoğraftan aylar sonra.
Böylesi büyük değişimleri hayatın, zamanın kanunu olarak biliyor olmam, onlara şaşırmamı ya da alışamamamı değiştirmiyor. Aksine çoğunluğun normal karşılaması karşısında iyice afallatıyor. Bunun gibi bir değil, birden çok sorun haline getirdiğim gündelik durumlar var. Ara sıra bazı görsel materyaller ya da müzik bana bunları tekrar tekrar hatırlatabiliyor. Yukarıdaki fotoğraf da bunları hatırlattı:
Kış geliyor. Hatta geldi. Ama işte hala bir kabullenememe, hala bir "yok ya, havalar valla iyi" demeye çalışmak. Yaklaştıkça, kışa döndükçe, kış oldukça, kenarda-köşede kestaneciyi gördükçe, TV'de soğuk algınlığı ve grip uyarılarını gördükçe içinden çıkamadığım bir bunalma hissi. Bir sürü geçmişe dair tetikleyici çağrışım var elbette. Ne de olsa karasal iklimde büyümüş çocuklar için kış, mevsimden ziyade, hayatlarına kazıdıkları bir yaşama şekli, mizaçlarında bir noktalama işareti oluyor. Her çocuk için başka noktalama işareti oluveriyor hatta. Uzun ve çetin geçen kış yetmezmiş gibi, sıcak yaz günlerinin buz gibi geceleri de karasal iklim çocuklarının "karanlık" denen en temel korkulardan biriyle soğuğu ilişkilendirmelerine neden oluyor. Ve elbette, bu ülkenin insanlarının genellikle ve özellikle kışın koyu renklerle kendilerini bezemeyi seçmelerinden dolayı akılda kalan siyah paltolar, ıslak yün kokuları. Kuruması için sandalye arkalıklarına asılan paltolar. Camın öteki tarafındaki insanların acele tavırları, dışarıda olmak zorunda olanlar veya olmayı seçenler için evlerden yükselen iyi niyetli temenniler.
Camın bu tarafında zaman geçirmeye bu denli yaklaşmak geriyordur belki de sadece. Ama aslında hiçbiriniz o kadar da hazır değilsiniz bu tarafta hayatınızı yaşamaya. Sadece doldurmaya çalışıyorsunuz anlarınızı. Her gün de zaferlerinizle yataklarınıza girdiğinizi sanıyorsunuz.
Yanılıyorsunuz.
24 Kasım 2009 Salı
Literally and figuratively "fıtık" olmak
"Bu arada biz bu ameliyatları genel anesteziyle yapmıyoruz."
Hani ben sana olayı anlattım, prosedürü açıkladım ufacık bir ayrıntı olarak da genel değil, spinal (omurgaya yapılandan) anestezi yapıyoruz diyor, sevgili cerrahım. Ameliyattan biraz önce söylemesi daha da bir geriyor bünyeyi.
Bir şekilde atlattık, umarım vücudumdaki bu patlağın onarılması tüm hayatımdaki patlakların onarımında yardımcı olmuştur, en azından bir süreliğine.
Panik bir halde soğuk ameliyat masasındaki uzanış, anestezistin hasta psikolojisinden anlamayan tavırları, tüm ameliyat ekibinin "işe" başlamadan evvel alınması gereken bulaşıcı hastalık raporunu tepemde yaklaşık 10 dakika boyunca beklemeleri, midemin bulanmaya başlaması, raporun gelmesi, ameliyata başlamaları, her saniyenin bir yıla denk hale gelmesi ama yine de çok uzun gelmeye başlaması, yarım saat boyunca tek kelime etmeyip "her şey yolunda mı?" diye sormam ve "karın zarınızı dikemiyoruz, farklı bir şekilde, bir implant yardımıyla kapatmamız gerekebilir." demeleri. Paniklemem ve tansiyonumun çıkması. Tansiyonumu düşürmeleri ve ardından "eternal sunshine of the spotless mind" sıvısını damardan zerk etmeleri. Her şeyin farkında olmam, ama kafamın güzel olması ve çenemin açılması. Cerraha Türkiye İş Bankası'ndan yenisi basılan Shakespeare'in sonelerini "Talat Sait Halman'ın çevirisidir, aslı kadar lezzet vericidir" diye tavsiye etmem. Sessizliğe dayanamamam, müzik yok mu diye konuşup durmam, ilacın etkisini yitirmesiyle yeniden paniklemeye başlamam ve "izi kalacak mı?" paniğine kapılmam ve hemen ardından yine aynı sıvının o güzel afallamasını yaşamam. Belden aşağısı felç, yarım saat-en fazla 45 dakika sürmesi gereken ameliyatın 2 saat 15 dk gibi bir süreye uzaması. Buz gibi ameliyathanede sırılsıklam terlemenin ne olduğunu yaşamam, yoğun bakımda kolda serum, çok susuz bir şekilde flu bazı görüntülerin gelip geçmesi ve elbette sayıklamalar. İki santim kadar olması gereken kesiğin 10 santimin üzerinde olması ama alınmayan dikişlerimin ve "estetik" stilin (vücudumda estetik var artık) sayesinde izinin kalmayacağı garantisi, karın bölgesinin insanın ağırlık merkezi olmasından dolayı en ufak harekette hoplatan acı, bir hafta boyunca öksürmenin, hapşırmanın, konuşmanın bolca acıtması, doktorun hapşırmak ve öksürmek ilk 4 gün yok demesi ve bu konuda bir uzmanlık geliştirebilmek. "Halen" oturma, kalkma, uzanma, hapşırma, öksürme, uzanma gibi bazı aktiviteleri yaparken gerilen karın yüzünden yaşanan can acısı. İlk üç ay boyunca spor salonuna gitmenin, 3 kiloyu geçen ağırlıkları kaldırmanın, yüksek bir yere uzanmanın, çok gerinmenin, ani hareket yapmanın, kabız olmanın yasak olması.
Bunlar var aklımda.
Tekrarlayabiliyormuşsun bir de, lütfen yapma.
Hani ben sana olayı anlattım, prosedürü açıkladım ufacık bir ayrıntı olarak da genel değil, spinal (omurgaya yapılandan) anestezi yapıyoruz diyor, sevgili cerrahım. Ameliyattan biraz önce söylemesi daha da bir geriyor bünyeyi.
Bir şekilde atlattık, umarım vücudumdaki bu patlağın onarılması tüm hayatımdaki patlakların onarımında yardımcı olmuştur, en azından bir süreliğine.
Panik bir halde soğuk ameliyat masasındaki uzanış, anestezistin hasta psikolojisinden anlamayan tavırları, tüm ameliyat ekibinin "işe" başlamadan evvel alınması gereken bulaşıcı hastalık raporunu tepemde yaklaşık 10 dakika boyunca beklemeleri, midemin bulanmaya başlaması, raporun gelmesi, ameliyata başlamaları, her saniyenin bir yıla denk hale gelmesi ama yine de çok uzun gelmeye başlaması, yarım saat boyunca tek kelime etmeyip "her şey yolunda mı?" diye sormam ve "karın zarınızı dikemiyoruz, farklı bir şekilde, bir implant yardımıyla kapatmamız gerekebilir." demeleri. Paniklemem ve tansiyonumun çıkması. Tansiyonumu düşürmeleri ve ardından "eternal sunshine of the spotless mind" sıvısını damardan zerk etmeleri. Her şeyin farkında olmam, ama kafamın güzel olması ve çenemin açılması. Cerraha Türkiye İş Bankası'ndan yenisi basılan Shakespeare'in sonelerini "Talat Sait Halman'ın çevirisidir, aslı kadar lezzet vericidir" diye tavsiye etmem. Sessizliğe dayanamamam, müzik yok mu diye konuşup durmam, ilacın etkisini yitirmesiyle yeniden paniklemeye başlamam ve "izi kalacak mı?" paniğine kapılmam ve hemen ardından yine aynı sıvının o güzel afallamasını yaşamam. Belden aşağısı felç, yarım saat-en fazla 45 dakika sürmesi gereken ameliyatın 2 saat 15 dk gibi bir süreye uzaması. Buz gibi ameliyathanede sırılsıklam terlemenin ne olduğunu yaşamam, yoğun bakımda kolda serum, çok susuz bir şekilde flu bazı görüntülerin gelip geçmesi ve elbette sayıklamalar. İki santim kadar olması gereken kesiğin 10 santimin üzerinde olması ama alınmayan dikişlerimin ve "estetik" stilin (vücudumda estetik var artık) sayesinde izinin kalmayacağı garantisi, karın bölgesinin insanın ağırlık merkezi olmasından dolayı en ufak harekette hoplatan acı, bir hafta boyunca öksürmenin, hapşırmanın, konuşmanın bolca acıtması, doktorun hapşırmak ve öksürmek ilk 4 gün yok demesi ve bu konuda bir uzmanlık geliştirebilmek. "Halen" oturma, kalkma, uzanma, hapşırma, öksürme, uzanma gibi bazı aktiviteleri yaparken gerilen karın yüzünden yaşanan can acısı. İlk üç ay boyunca spor salonuna gitmenin, 3 kiloyu geçen ağırlıkları kaldırmanın, yüksek bir yere uzanmanın, çok gerinmenin, ani hareket yapmanın, kabız olmanın yasak olması.
Bunlar var aklımda.
Tekrarlayabiliyormuşsun bir de, lütfen yapma.
16 Ekim 2009 Cuma
Kırmızı kalem
Köpekbalığını aç bırakarak büyük bir akvaryuma koymuşlar ve bir adet balık vermişler, anında yemiş haliyle. Ardından cam bir bölmeyle akvaryumu bölmelendirmişler ve aynı köpekbalığını bölmenin birinde tek bırakmışlar. Bir gün sonra, diğer bölmeye bir balık koymuşlar ama köpekbalığı kafasını cama çarpıp durmuş. Çok uzun süre bu şekilde olay devam etmiş, ta ki artık vazgeçinceye dek. Köpekbalığı saldırma eylemini, akvaryumun o kısmına gitmeyerek perçinlemiş.
Bölmeyi kaldırmışlar ve köpekbalığı kafasını yine çarpacağını "öğrendiği" için saldırmaya yeltenmemiş. Durmuş ve açlıktan ölmüş.
Buna da "öğrenilmiş çaresizlik" adını koymuşlar.
Şu anda o köpekbalığının ölmesi kısmının altını çizmiyorum, anlık olarak (ya da değil) onu daha az önemsemiş durumdayım.
Ya da, tamamen vazgeçtim. Herkes istediği yerin altını kırmızı kalemle çizsin.
4 Ekim 2009 Pazar
Halkla ilişkilerde "guguk kuşu" yaklaşımı
TV karşısında zaman geçirme isteği ile ve de aynı zamanda ekran karşısında "kaliteli zaman" geçirme güdümle National Geographic'te izlediğim belgesele inanamamış olmam.
Demek ki, genimizde varmış dedirten bir olay. (Ne kadar ortak gen vardır, yoktur şu anda hiç umurumda değil)
Bir tane kuş var, guguk kuşu. Hem saatin içinden sevimli sevimli çıkıp, zamanı keyifle hatırlatması, hem de aile büyüklerinden birinin bana küçükken söylediği bir tekerlememsi ninni sayesinde kendisiyle ilgili ciddi anlamda pozitif sıfatlar biriktiregelmiştim. (bu hafta, herkes bir şeyler biriktiregelsin, kontrol edicem) Ama ne oldu? National Geographic gözümdeki pembe gözlüğü aldı ve guguk kuşu realitesiyle karşı karşıya kaldım.
Bu guguk hayvanı yumurtası için kendisi bir yuva yapmıyor, hazır yapılmış ve yumurtlanmış bir yuva buluyor, genellikle de kendi yumurtasından daha küçük olan yumurtaların içine kendi yumurtasını yumurtlayıp defolup gidiyor. Ardından da o yuvayı yapmış olan gariban kuşcağız yumurtadan çıkan tüm yavrulara canhıraş yiyecek taşımaya başlıyor ve o ayıya bir türlü yemek yetiştiremiyor, zavallı kadın. Diğerlerinden daha büyük bir kuş olan guguk hayvanı, öteki yavruları ite kaka yuvadan aşağı atıveriyor. Haliyle ölüyor diğer yavrular. Yazık. Çok ciddiyim yazık.
Siz şimdi bunu alın, bir güzel hayatınıza bağlayın. Guguk kuşunun bu yaptıklarıyla ilgili hayatınızda bağlantılar kurabilirsiniz. Ya da, guguk kuşunun tüm bu yaptıklarına rağmen "cici" kuş olabilmesinin ne kadar müthiş bir PR, word-of-mouth, pazarlama ve iletişim stratejisi olabildiğiyle ilgili. Evet, abartmayı seviyorum.
Demek ki, genimizde varmış dedirten bir olay. (Ne kadar ortak gen vardır, yoktur şu anda hiç umurumda değil)
Bir tane kuş var, guguk kuşu. Hem saatin içinden sevimli sevimli çıkıp, zamanı keyifle hatırlatması, hem de aile büyüklerinden birinin bana küçükken söylediği bir tekerlememsi ninni sayesinde kendisiyle ilgili ciddi anlamda pozitif sıfatlar biriktiregelmiştim. (bu hafta, herkes bir şeyler biriktiregelsin, kontrol edicem) Ama ne oldu? National Geographic gözümdeki pembe gözlüğü aldı ve guguk kuşu realitesiyle karşı karşıya kaldım.
Bu guguk hayvanı yumurtası için kendisi bir yuva yapmıyor, hazır yapılmış ve yumurtlanmış bir yuva buluyor, genellikle de kendi yumurtasından daha küçük olan yumurtaların içine kendi yumurtasını yumurtlayıp defolup gidiyor. Ardından da o yuvayı yapmış olan gariban kuşcağız yumurtadan çıkan tüm yavrulara canhıraş yiyecek taşımaya başlıyor ve o ayıya bir türlü yemek yetiştiremiyor, zavallı kadın. Diğerlerinden daha büyük bir kuş olan guguk hayvanı, öteki yavruları ite kaka yuvadan aşağı atıveriyor. Haliyle ölüyor diğer yavrular. Yazık. Çok ciddiyim yazık.
Siz şimdi bunu alın, bir güzel hayatınıza bağlayın. Guguk kuşunun bu yaptıklarıyla ilgili hayatınızda bağlantılar kurabilirsiniz. Ya da, guguk kuşunun tüm bu yaptıklarına rağmen "cici" kuş olabilmesinin ne kadar müthiş bir PR, word-of-mouth, pazarlama ve iletişim stratejisi olabildiğiyle ilgili. Evet, abartmayı seviyorum.
2 Ekim 2009 Cuma
Bilim için soyundum
Yaklaşık elli kişinin küçük ve havasız bir sınıfa doluşup "öğrenme psikolojisi" adı altında "hayatta her şey öğrenme metotlarıyla çözülebilir, siz davranışçıları, psikoanalistçileri, sosyal psikoloji kitaplarını lütfen bir rafa kaldırın kuzucuklarım" mottosunu beynine kazımış genç bir çocukcağızın verdiği bir derste gösterilen videolar sonucu, bilim için soyunasım geldi. Farenin birini ufacık bir deney akvaryumuna kapatıp, ses ile ilgili bir uyarım deneyi yapılıyor. Yüksek ses veriliyor, patlama şeklinde. Bir, iki, üç, dört derken, hayvan korkmaz oluyor. (adını Muse koyduk hoca ve ben) Sevgili Muse, alışıyor patlamalara. Ama bir süre ara veriliyor, Muse hayvanına yemek veriliyor, biraz kendi başına sesszi sakin bırakılıyor ve sesler tekrarlanıyor. Yine ilk ikisinde falan korkuyor sevgili Muse. Ama sonrasında çok daha az geriliyor bir önceki seansa göre. Buna da "Habituation" adı verilmiş. Tabii, hayvanın manyak olmuş olma durumu kimsenin umurunda olmadığı gibi, deney bittikten sonra Muse ve onun gibileri anında yokediliyorlarmış.
Çünkü, "bir durumu deneyimleyen, bilgiyi öğrenen gelişmiş canlılarda beyin farklılaşıyor, elektriksel ve kimyasal durumu öğrenmemişe göre farklı oluyormuş." Yani; öğrendiyseniz, artık kafanız başka çalışıyormuş. Bu sebepten ötürü, beyni "tabula rasa" olmayan hayvanı bilim kullanamıyor, kullanamadığı gibi ani yüksek basınç ortamında "beyin felci"ne maruz bırakarak öldürüyormuş Muse ve arkadaşlarını.
Beyni farklılaşmış hiçbir canlının, hiçbir ortamda "farklı" olmadığı bir yer isteği var bende. Bu bilim adamlarının (bilim insanı?-o da olur) okumamışları sokakta sırtından gazeteci vuruyor gibime geldi.
Evet, abartmayı seviyorum.
Çünkü, "bir durumu deneyimleyen, bilgiyi öğrenen gelişmiş canlılarda beyin farklılaşıyor, elektriksel ve kimyasal durumu öğrenmemişe göre farklı oluyormuş." Yani; öğrendiyseniz, artık kafanız başka çalışıyormuş. Bu sebepten ötürü, beyni "tabula rasa" olmayan hayvanı bilim kullanamıyor, kullanamadığı gibi ani yüksek basınç ortamında "beyin felci"ne maruz bırakarak öldürüyormuş Muse ve arkadaşlarını.
Beyni farklılaşmış hiçbir canlının, hiçbir ortamda "farklı" olmadığı bir yer isteği var bende. Bu bilim adamlarının (bilim insanı?-o da olur) okumamışları sokakta sırtından gazeteci vuruyor gibime geldi.
Evet, abartmayı seviyorum.
27 Eylül 2009 Pazar
Arı kuşu ve İgdaş
Kapı çalındığında şaşkınlıkla ya da gerginlikle (belki de her ikisi de, hatta ikisi de değil, bambaşka bir şey ile) yürüyüp kapıyı açtığımı fark ettim. Bir an da olsa, kaşlarımın çatılıp, eyvah\nereden çıktı şimdi bu\ne alaka gibi düşüncelerin kafamdan arı kuşunun kanat hızında geçiverdiğini hissettim.
Bunun toplumsal ve psikolojik nedenlerinden dem vurup, hepinizin (hepimizin) kafalarına, elleri bakım kürlerinden geçmiş orospu çocuğu norveçli balıkçıların o sevimli fokların kafalarına vurdukları sopalarla girişircesine, dem vura vura burada konuşasım, anlatasım, bunun böyle olmaması üzerine söyleyeceklerim var.
Kapılarının kilitlenmeyi bırak, dışarıdan açılabilmesi için ayrı bir mekanizması olan geniş avlulu, ortada kazanların kaynatıldığı, ağasının-işçisinin, müezzininin-papazının, ayyaşının-sofusunun hep beraber oturup yemek yiyip, muhabbetler ettiği gerçek memleketindeki evinden, o zamanlardan bahsediverdi annem daha iki gün önce.
Şimdi elbette ki, "yaa, ne günler geçmiş" vb. formatıyla bu duruma yaklaşamayacağımı biliyorsunuz değil mi? (bilmiyorsunuz hatta, o daha da güzel-bırak öyle kalsın)
Ve şimdi ben, kapı çaldığında içimdeki bu sosyopat norveçli balıkçı ruhumla kapıya yöneliveriyorum. Çok ciddi sorunlarımız (sorunlarım? - yok, sende de var, biliyorum) var artık ve kitlesel olarak psikolojimiz değişmiş, evrilmiş, mutantlaşmış durumda sanki.
Evet, abartmayı seviyorum.
İgdaşçı adammış gelen, onu da big brother'ın bir elemanı olarak görüyorum aslında ama, o daha sonra irdelensin.
Bunun toplumsal ve psikolojik nedenlerinden dem vurup, hepinizin (hepimizin) kafalarına, elleri bakım kürlerinden geçmiş orospu çocuğu norveçli balıkçıların o sevimli fokların kafalarına vurdukları sopalarla girişircesine, dem vura vura burada konuşasım, anlatasım, bunun böyle olmaması üzerine söyleyeceklerim var.
Kapılarının kilitlenmeyi bırak, dışarıdan açılabilmesi için ayrı bir mekanizması olan geniş avlulu, ortada kazanların kaynatıldığı, ağasının-işçisinin, müezzininin-papazının, ayyaşının-sofusunun hep beraber oturup yemek yiyip, muhabbetler ettiği gerçek memleketindeki evinden, o zamanlardan bahsediverdi annem daha iki gün önce.
Şimdi elbette ki, "yaa, ne günler geçmiş" vb. formatıyla bu duruma yaklaşamayacağımı biliyorsunuz değil mi? (bilmiyorsunuz hatta, o daha da güzel-bırak öyle kalsın)
Ve şimdi ben, kapı çaldığında içimdeki bu sosyopat norveçli balıkçı ruhumla kapıya yöneliveriyorum. Çok ciddi sorunlarımız (sorunlarım? - yok, sende de var, biliyorum) var artık ve kitlesel olarak psikolojimiz değişmiş, evrilmiş, mutantlaşmış durumda sanki.
Evet, abartmayı seviyorum.
İgdaşçı adammış gelen, onu da big brother'ın bir elemanı olarak görüyorum aslında ama, o daha sonra irdelensin.
24 Eylül 2009 Perşembe
ampul, masa, kitaplar
Evde paldır küldür bir hareket, annemin İstanbul ziyaretlerinden birindeyiz yine a dostlar.
Evi temizlemeceler, kendi düzenini kurmacalar, bu çekmeceye bence sadece kırtasiye malzemelerini koy demecelerle başlayan ve süregelen (an itibariyle halen süregelen) zaman zaman kanlı bir süreç.
Gecenin bir vakti "çat!" şeklinde odamdaki tek ışık kaynağım beni terk eyledi. Benim kişisel olarak bununla derdim olmadı ama daha az kontrol mekanizmasına sebebiyet veren bu karanlıktan annem hiç hoşlanmadı ve de gidip yatmasına rağmen inanılmaz huzursuz uyudu.
Aylardır sarılı bir şekilde duran çalışma masam kuruldu; kocaman, rahat, daha göze hitap eden gibi uluslararası anlamda en azından bir masa için pozitif olarak addedilebilecek sıfatlarla hayatıma girdi.
Raflarına da kitaplarımı koydum. Ama kronolojik olarak bakıldığında hepsi neredeyse yepyeniler. Eskiler? Eskiler ne oldu?
Bir kısmı doğduğum şehirde, kolilerin içinde bir evin bodrum katında duruyorlar. Bir kısmı yine o şehirde başka bir evde kolilenmiş halde. Bir kısmı onda, bunda, şunda ve de bundan inanılmaz derecede rahatsız oldum. Çünkü şimdi lambanın ampulü değişti, masa büyüdü ve kitaplarımın yokluğunun ayırdına vardım. Olmayan kitapların yokluğu değil ama, varolup da şu anda erişilemeyen kitapların yokluğu.
Varolup da erişimim dışında olan her şeye buradan sesleniyorum: Lütfen geri gelin, sahip olmak gibi bir derdim yok, sadece burada olun. just be.
ps: yazarken beck çalıyodu.
Evi temizlemeceler, kendi düzenini kurmacalar, bu çekmeceye bence sadece kırtasiye malzemelerini koy demecelerle başlayan ve süregelen (an itibariyle halen süregelen) zaman zaman kanlı bir süreç.
Gecenin bir vakti "çat!" şeklinde odamdaki tek ışık kaynağım beni terk eyledi. Benim kişisel olarak bununla derdim olmadı ama daha az kontrol mekanizmasına sebebiyet veren bu karanlıktan annem hiç hoşlanmadı ve de gidip yatmasına rağmen inanılmaz huzursuz uyudu.
Aylardır sarılı bir şekilde duran çalışma masam kuruldu; kocaman, rahat, daha göze hitap eden gibi uluslararası anlamda en azından bir masa için pozitif olarak addedilebilecek sıfatlarla hayatıma girdi.
Raflarına da kitaplarımı koydum. Ama kronolojik olarak bakıldığında hepsi neredeyse yepyeniler. Eskiler? Eskiler ne oldu?
Bir kısmı doğduğum şehirde, kolilerin içinde bir evin bodrum katında duruyorlar. Bir kısmı yine o şehirde başka bir evde kolilenmiş halde. Bir kısmı onda, bunda, şunda ve de bundan inanılmaz derecede rahatsız oldum. Çünkü şimdi lambanın ampulü değişti, masa büyüdü ve kitaplarımın yokluğunun ayırdına vardım. Olmayan kitapların yokluğu değil ama, varolup da şu anda erişilemeyen kitapların yokluğu.
Varolup da erişimim dışında olan her şeye buradan sesleniyorum: Lütfen geri gelin, sahip olmak gibi bir derdim yok, sadece burada olun. just be.
ps: yazarken beck çalıyodu.
17 Eylül 2009 Perşembe
kafası kaçmak
iki gün boyunca buraya giremedim ve o zaman zarfında inanılmaz derecede yazmak istedim.
şimdi açık ve hepsi kaçmış!
alacağınız olsun lan...
şimdi açık ve hepsi kaçmış!
alacağınız olsun lan...
10 Eylül 2009 Perşembe
bek tu sukuul
"all the kids are going back to school, the summer is over it's the golden rule" demiş, eleman.
iyi aslında, okula dönebilecek yaşta olmanın ve bunun geçiciliğinin bir güzelliğini hissetmedim değil bu yaz çalışırken. göreceli tabii, ama sevdiğim bir şey(ler) ile meşgulüm okulda da, o da bomba.
ama, bir his var işte, okul açılıyor ya, fotokopide sıra beklemeler, gece yarıları ödev yetiştirmeler. hocaya, asistan dert anlatmalar. yine M. olarak 40 tavşanı aynı anda kovalamaya çalışmalar.
fotoğraftaki eleman gibi yatıcam duvar dibine pazar gecesi. fonda bizimkiler'in açılış müziği, banyodaki buhar ve sabun kokusu, hazırlanmış çanta gibi hislerle!
7 Eylül 2009 Pazartesi
MonAmi
Üzere.
Çok iyi hissetmiyorum kendimi aslında.
Yeni biriyle tanıştım, ilginç biri, konuşması, tavırları, anlattıkları. Hani iyi gelir ya bazen, apayrı bir kafası vardır, hiç alakanız olmadığı şeylerden bahseder-siz de ona onun alakası olmadığı şeylerden bahsedersiniz- ama bir bakarsınız ki o kadar da apayrı değilmişsiniz konudan falan. Yakalarsınız yani. Buna "keep up feeling" diyor sevgili psikologlarımız, böylelikle kişi kendisini farklı bir gözden onaylatmış oluyor, ki her ne kadar modernleştirilmiş yalnız hayatlarımızda "ben bireyim!" diye bağırsak da, bildiğin sosyal gruplar halinde yaşayan bir hayvanız. Bu sebepten dolayı, bu noktalar önemli, hele ki yeni biri, yeni bir konu, yeni bir olaysa, onay almak çok daha önemli oluveriyor.
Şimdi, "burada", bu tarihi binada onaylatılmış hissedemiyorum. Cidden bir şeyler ters gitti hissim yoğun. İlk kez böyle bir deneyim yaşayıp, ağzıma sıçılmış hissiyle öylece duruyorum. Mission alıp, "failed" olmuş gibi. Tabii ki "ah, hiç bana göre değil başarısızlıklar!" demiyorum, gayet bana göre, ama bir şeylerin ters gitmişliğine değil de, neden ters gitmişliğine takılıyorum sanki. Ya yoğun işten kaynaklanan stresin insanların üzerindeki etkilerini üzerime alıyorum, ya da cidden farkında olmadığım, olamadığım bir durum var ve benim yüzümden sadece ben değil, benimle ilgilenen insanlar da mutsuz.
"Ben bu işi yapıcam lan!" diyip, hayatımı yıkıp, tekrar kurmaya başlarken, bu iyi olmadı. İstediklerimiz olmuyor, evet, buna alıştık. Ama istediğim herhalde şu olurdu, "yok yahu, yanlış yakalamışsın sen, işler yoğun..."
Bunun üzerine yapılacak bir şey de pek yok.
Şu anda R. "Everything gonna be alright" çalıyor hemen yanımda, çok boktan hissediyorum- belki de duygusal davranıyorum rasyonel davranmam gereken bir duruma ve o yüzden mutsuzum. Ama bunu da denemeden bilemem ki... Hisler de yaşanarak öğreniliyor.
Ah M. ah...
3 Eylül 2009 Perşembe
2 Eylül 2009 Çarşamba
Yeni Zelanda ve Karpuz
Bazı insanlar vardır; nereye koyarsanız koyun, ne okutursanız okutun, nerede çalıştırırsanız çalıştırın sorun yaratmazlar, en azından ortalama bir başarıyı yakalarlar. Mızmızlanmazlar mesela, onlar için o iş yapılacaktır, yapılıyordur. Seviyor mu, nefret mi ediyor, o gün kahvaltıda kötü mü yemiş, dün gece sevgilisinden mi ayrılmış, almak istediği o t-shirt'ün small'u mu kalmamış, içtiği kahvenin kokusu her gün içtiğine göre başka mı kokuyormuş, o sabah uyandığında sabah ereksiyonunun verdiği gazla patlamak ve işe gitmemek mi istiyormuş, parası olmamasına rağmen suşi yemek isteyip de yiyemediği için bunu kafasına takıp "ne için çalışıyorum a.q., en başta 3-4 kişi para kazanıcak diye 50 yaşına kadar götünü yırt, kimseye de bi' yararın olmadan kalpten geber git" gibi kurmacaları kafasına takıp oturduğu yerde Yeni Zelanda'daki gönüllü kamplarını araştırırken mi buluyormuş... Takmaz. Yatar, kalkar, işine bakar...
Bazı insanlar vardır; sadece kendi istedikleri ve sevebildikleri şeyleri yapabilirler. Okul hayatları çalkantılıdır, hep şikayet halinde geçen, gergin, tansiyonu yüksek iş yaşamları olur. Başarıyı yakalayabilmeleri sadece sevdikleri ortamlarda yaratabilecekleri sinerji ile mümkün olabilir. Kendini yapılan işin ne kadar içinde hissedebildiği, bulunduğu yerin ışıklandırması, o sabah giymek istediği pantolonun kirli sepetinde olması yüzünden bambaşka şeyler giymek zorunda kalmış olması, havanın istediği kadar sıcak\soğuk olmamış olması, "eve giderken şunu alayım" dediği şeyi eve girdiği anda hatırlaması, dün akşam eve giderken aldığı karpuzun bu yaz aldığı 5. (yazıyla be-şin-ci) karpuz olması ve son dördünün kelek çıkarak bir elinde tahta saplı, eski ama sağlam mutfak bıçağı, diğer elinde kestiği karpuzun kafasıyla derinlere dalarak "daha adam gibi yoklayarak doğru karpuzu seçemiyorum, yoklaya yoklaya nası doğru adamı seçicem" demesi... Takar. Bunları kafasına takar!
Yemicem karpuz...
1 Eylül 2009 Salı
al sana eylül
Yazın başında plan yapmıştım. Şunlar okunacak, bunlar atılacak, ötekiler ötelenecek, şuradakiler alınacak, şuralara gidilecek gibi...
Noldu? Tıııss! Bi halt yiyemedim. Tamam, bazı haltlar yedim, kabul ediyorum. Ama, ama..
Dün okul için online ders kaydı olayları, bugünün çok sevgili iş arkadaşım, diri vücutlu insan R. tarafından 1 Eylül olduğunun hatırlatılması, kombicinin posta kutusuna kışa hazır mısınız el ilanını koymuş olması, sabah motorda uzun zaman sonra ilk kez üşümem ve bunda yalnız olmamam gibi şeyler bu hissi tetikledi.
Plan yapmak değil de söz vermek lazım kendimize sanırım. Anca o zaman adam gibi yazlar geçebilir.
O da saçma ki... Ya da biri olsun desin ki "haftaya şuraya gidilsin mi?" hatta "gidilsin!" desin, ben de "eh iyi madem" falan diyeyim.
Şu an bıkkınım. Eylül hep böyle bir sıkıntı halinde geçiyor zaten, eylülden sonrası sıkıntısız. Ekim ve kasım güzel hatta. Dedim ya, sorunum sonbahar ya da kışla değil. Hatta soğuk havayla, yağmurla falan hiç derdim olmadı. Olay geçiş dönemi galiba. Ki, bu aralar ciddi anlamda geçişlerdeyim gibi.
Nasıl olur bilmiyorum, ama çatır çatır geçer işte.
Malta eriği sonbaharda mı çıkıyordu ya?
28 Ağustos 2009 Cuma
27 Ağustos 2009 Perşembe
çay severlere
26 Ağustos 2009 Çarşamba
the ramadan
üsküdar'da ikamet eden bir fani olarak, sabah sabah yatağımdan sürünerek kalkıp üstüme bi' şeyler geçirip direk iskeleye inip, oradan bir adet kaşarlı tost alıp, motora bindim.
elimde tostla fena bakışlara maruz kaldım mı? kaldım.
ama kahvaltı etmeli miydim? etmeliydim.
bu durumu sallamalı mıydım? tartışmalı, ama bence hayır.
birinin laf etmesini bekliyorum sabah sabah.
"muayyen günümdeyim" demek için.
25 Ağustos 2009 Salı
başlangıç (mı)
gayet yükselen bir trend haline gelmiş, hatta geçmiş olan blog oluşturma olayına dahil olmuş bulunmaktayım a dostlar. bir şeyler yazan-çizen, ifade etmeyi kalem-kağıtla yapan insanlara aşık olma eğilimim hep daha fazla oldu. bu da gün geldi, benim için saçma sapan bir ölçüt oluverdi. yaz.
derdim yok, istiyorum ki buraya bir şeyler koyulsun, geyikler dönsün, günü gelsin şahane saçmalansın, günü gelsin ben ne istersem o olsun, ne bileyim hepinizin ağzını kırayım falan gibi...
yeni yazılar konuldukça eskileri altta kalıyor bloglarda. oysa ki defterlerde başlangıçlar hep en başta, en özenli yazılarla tutulagelmiş; allahın cezası, dayak atan, kaltak ilkokul öğretmenlerim sebebiyle belki de.
o yüzden de, başlangıç yazısı gün olup devran döndüğünde en altta, hiç kimsenin sabredip de ilerideki sayfaları merak edip tıklamadığı bir yerde kalakalacak.
şimdi bu başlangıç mı oluyor harbiden?
derdim yok, istiyorum ki buraya bir şeyler koyulsun, geyikler dönsün, günü gelsin şahane saçmalansın, günü gelsin ben ne istersem o olsun, ne bileyim hepinizin ağzını kırayım falan gibi...
yeni yazılar konuldukça eskileri altta kalıyor bloglarda. oysa ki defterlerde başlangıçlar hep en başta, en özenli yazılarla tutulagelmiş; allahın cezası, dayak atan, kaltak ilkokul öğretmenlerim sebebiyle belki de.
o yüzden de, başlangıç yazısı gün olup devran döndüğünde en altta, hiç kimsenin sabredip de ilerideki sayfaları merak edip tıklamadığı bir yerde kalakalacak.
şimdi bu başlangıç mı oluyor harbiden?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)