24 Aralık 2011 Cumartesi
umulmadik ama tanidik
20 Eylül 2011 Salı
Ayna
30 Mayıs 2011 Pazartesi
10 Mayıs 2011 Salı
3 Mayıs 2011 Salı
Anahtar deliği
Sonrasında bir de baktık ki, büyük kalpli ve paylaşmaya hazır olanların birçoğunun aslında "kalp yetmezliği"nden gidiverdiklerini gördük, ya onlar aslında kendilerine atlara vurulan dopinglerden vurup "aşk avı"na çıkanlardı, ki safkan arap atları gibi sonradan açılmayı bırak, finish yapmayı bile beceremeyenlerdendi, ya da benim eteğimdeki taşlar döküldüğünde benim taşlarımı alıp kaçmakla/taşların hacminden korkmak arasında kalıp gidiverdiler, dörtnala, şanssızdık. Bazen de bir baktık ki, ağzından köpükler erken erken çıkıyor, biz anladık dopingli kalpler olduklarını, bulaşmadık, şanslıydık.
Sonra anladık ki, büyük-küçük kalpler de, paylaşımcı olanlar da-olmayanlar da aslında bizim gözlüğümüzden bakılıyor ve görülüyor. Ve aslen gelin görün ki, kalbi taşıyanın öncelikle o kalbi kendisinin fethetmesi, kendi kalbinin atışına senkronize olması gerekiyor ki, kendiyle çelişmesin, sevgiden korkmasın.
Sonra gün geliyor, birisi hem kendini hem başkasını sevmiş, karşınızda dimdik bir şekilde, kalbinizin anahtar deliğinden bakıveriyor.
Ona laf geçmiyor.
26 Nisan 2011 Salı
Güzel
Ama bunu hiç böyle söylemeden. Çok da güzeldi.
Güzel zaten.
18 Nisan 2011 Pazartesi
M.M
M.Mungan.
17 Nisan 2011 Pazar
Ezgi
Bir haftadır, aylardır anksiyeterlimi bile sakince yaşayabildiğim bu dönemde biraz toz kalkmıştı. Zaten, kazmaya devam ediyoruz, durmak yok, ama kalkan toz biraz tıkadı sanırım.
Tıkanmışım. Ezgi ile bir seans enerji, dünya, reiki, ben, o, ağaçlar, sandalye, su derken... Bayır aşağı gelincik tarlasına koşar gibiydim.
Bana ödevler verdi, hearthbroken olan kalp çakramı ve söylemekten vazgeçtiklerim yüzünden tıkanan boğaz çakramı açıyoruz. Ödevlerimi yapmaya kararlıyım.
Aldığım nefes, o kadar ferah ki.
Sevgiden, aşktan, birlikten, ayrılıktan, güneşten, kuyulardan, duvarlardan, sudan, topraktan, tabureden, Hindistan'dan, kalemlerden, ifadelerden, renklerden... Bolca konuştuk, güldük, gözler doldu.
Eski hayatımdan getirdiklerim, söyledikçe sanki biliyormuşum gibi kanıksayarak dinlemem. Bir an tüylerimin diken diken olması.
Hava bile yoğundu evindeki.
İyi ki varsın Ezgi.
20 Mart 2011 Pazar
Davide'ye mektup
Sevgili Davide,
Gittiğinden beri Martina hep seni soruyor. Sana hala Simone diyor. Ama en kısa zamanda hikayeni ona anlatacağım.
Dün işte ilk defa tek başıma pasta yapmamı istediler benden. Bil bakalım ne yaptım. Şef aşçı yorum yapmadı. Ama Pazar günü listesine onu da dahil etti. Sanırım bu iyiye alamet. Filippo vardiyasını değiştirmeyi başardı. Piyangodan para kazanmış gibi çoşkuluydu. Şu an ondan daha fazlasını isteyemeyeceğimi anladım.
Biliyor musun, Lorenzo'yu düşündüğümde yüzünü unutmaktan, sesini hatırlayamamaktan korkuyorum artık. Napıyordur şu anda kim bilir... Kime gülümsüyordur. Bir sözüne, bir bakışına, bir hareketine hala ihtiyacım var Davide. Ama sonra birden hareketlerini hareketlerimde hissediyorum. Kelimelerimde seni buluyorum. Gidenler sende hep kendinden bir şeyler bırakıyor. Hafızanın sırrı bu mu? Buysa kendimi güvende hissedeceğim. Çünkü asla yalnız olmayacağımı biliyorum.
9 Mart 2011 Çarşamba
25 dedin mi bir duracaksın
Mesela, yaşın 25'ten sonrası (R. yazmışsın, anında nem kaptım, hemen küfe yüz tuttum o sebepten yazıyorum) biraz akarsunun yüksek debilisi gibi oluyor sanki durumu biraz sinire kestiriyor beni. Ondan dolayı da, ne olmuş/ne olmamış/ne olsun gibi yazasım geldi.
*Mesela, ben bir ara resmen okulu bitiremeyeceğimi düşünmüştüm. Ama bir ara hakikaten bitmeyecek ve ben orada burada stajla falan derken merdivenaltı bir mekanda sağlık memurluğundan sahte doktorluğa şeklinde bir kariyer planı yapacak gibiydim. Olmayacak sanmıştım ki oldu olacak bakalım.
*Mesela, "erkek çocukları zaten sonradan uzuyoo" denile denile annemin de bana "oğlum bitir şunu, bi kaşık daha koyayım" demeleri ve bir de reklam ajansında çalışan biri olarak yarım dünya kadar oldum ama boyum hala hobbitlerin en iri yapılısını geçmedi, bakalım bundan sonra nasıl olur...
*Mesela, sevgili konusunda. İnsanlara hiç güvenmeyip, ama onlara sonuna kadar inanmak istemek arasında tilte dönen bir bünyeye sahip olabildim ki, elbette benim de kişisel bir katkım vardır, ama gelin görün ki ülkemizdeki piç sayısı her geçen gün artıyor. Kontrol edemiyoruz kesinlikle. Mitozundan bölünüyorlar. Oysa ki hayret! Bizim gibi sosyal devlet olmuş, kişilere sistem dayatan değil de, özgür alan bırakan, hayata hazırlayan bir eğitim sistemi olan bir ülkede nasıl oluyor da kişisel gelişimini orangutanın empatisine denk bir şekilde bırakmaktayız, şaşırmaktayım...
(Aslında burada bir cümle yazıyordu, ama sildim, fyi, ty.)
*Mesela tırtıllar bile değişip rengarenk kelebeklere dönüşseler de (ki bazıları iğrenç kahverengi leş yaratıklar olsalar da yine de kanatlanıp uçabilmeleri takdire şayan) ben melankoli ve anksiyete konusunda çok değişemedim. Biraz bu durumun yapısal olduğunu kabullenmem gerek. Tamam birçok konuda süper güzelleştim ve adam olma yolundayım, yontuluyoruz mütemadiyen ama kötümserlik falan, o konuda arpa boyuyla yol gittim. Şöyle ki, yaş 5, ben güneşin batışını izleyip hüzünleniyorum... Lan noldu? Lego'nun parçası mı eksildi? (Lego'ya olan hayranlığım yazımına gösterilen dikkatten anlaşılsın) Ekşın meninin kolu mu koptu? Bu ne hüzün? Ne alaka? Yani kısacası, ve belki de en büyük yanılgım zaman zaman, mutlu olabilirim sanmıştım. Bakalım, kendimi bu konudaki uyarmalarım devam edecek. İnatla mutlu olacağım şeklinde devam edeceğim!
Eh çocuğum, şunca zamandır iyi kafa siktin, nedir derdin diyecek olursanız;
Herkes sağlıcakla kalsın bir sonraki blog yazısına dek, gibi saçma bir şekilde bağlayamadan bitiriyorum. R. insanı beni 2010 ve 2011 değerlendirmesi yapmaya Mart ayında itti. Gerçi hava çok uygun, ben biraz jingle bells dinleyeyim olmazsa...
1 Mart 2011 Salı
"Black Swan"
Uzun zamandır bir filmdeki oyunculuktan bu kadar etkilenmemiştim diyebilirim, ki film de fazlasıyla etkileyiciydi.
Ama kendisiyle ilgili olarak zaten merakım birileri tarafından cezbedilmişti. Filmi izleyen 3 kişi film biter bitmez beni arayıp "izlemen lazım" diyerek bende "allaa allaa ya, neden ben acaba, neden ben, kuğu gibi çocuk muyum da haberim mi yok?" gibi sorular yaratmışlardı.
Olayın psikolojisi, örgüsü falan çok iyi. Nina, evdeki baskıcı annesinden dolayı küçük yaşta yaşadığı kimlik bunalımının kişilik bölünmesine ve hatta sonrasında şizofrene varan yani oldurulmaya çalışılan durumundan, kızaran gözleriyle, "goosebumps" derisiyle, omzundan çıkan tüyleri ve en sonunda kanatlarıyla, tüm bu sanrılarla kurtuluyor. Tek kelimeyle ifade etmem gerekirse sanki, "aşk" uygun Nina'nın durumuna. Ya da "tutku" da anlatabilir ama tutku içinde bnulan bir süreç, gerilim gibi. O yüzden filmde de gerilimi çok güzel hissedebiliyoruz mesela. Aşksa tutkuyu zaten içeren daha geniş bir kavram oluyor, içinde elde etme isteği, dahil olma çabası, kendinle çatışmalar gibi ufak hisleri de yaşatıyor.
Hocalarımdan birisi bana bu filmi Nina'nın hırsını görmem için gönderdi, o anlaşıldı ve mesaj alındı. Sektörde kendimi ya da birilerini öldüreceğimden emin olduğu için müşteri tarafında çalışmamı söyleyen bir hocamdır kendisi, umarım yılar sonra "haklıymış" demem bu konuda, diğer dediği her konuda haklı çıkıyor birer birer çünkü.
"It's my turn!" demesi var ya hani! Müthiş!
22 Şubat 2011 Salı
Sıkıntı
Aslında bu aralar sanki bir şey olacakmış ama olamıyormuş gibi bir içsel beklentim var sanırım. Ara sıra durup dururken kendimi heyecanlanmış olarak buluyorum ama sanmıyorum ki anksiyete bozukluğu olsun.
Cumartesi günü çok ağladım, eski patron M.Ç -rafineri'den- nin cenazesi vardı, Brezilya'dan gelebilmiş sonunda naaşı. Sevgilisi/karısı da tekerlekli sandalyedeydi. Kazadan. Aşırı derecede mutsuz oldum.
İşe girdiğim ilk gün "meraba yeni çocuk!" demişti bana asansörde. Ben de biraz şaşırmıştım, "günaydın!" demiştim sırıta sırıta.
Kabullenemediğim ölümlerden oldu, camiden Zincirlikuyu'ya tamamen beraberdik herkesle. Sessizce durduk, ağladık, dua ettik, düşündük.
Benim hayatıma giren ve merhaba demiş herkese hoşçakal demem gerekiyor demiştim kendime geçen yıl, yapabildiğim kadarıyla da yapmaya çalışıyorum artık, sonra kendimi suçlu hissediyorum çünkü.
Hoşçakal.
9 Şubat 2011 Çarşamba
Ve
Bana bu sürecin yaradığı kararına da vardık :) Oh içim rahatladı diyerek hayata devam ettim tabii. Yok, pek öyle olmadı ama güzel olmuş hakikaten dedirtti bana da.
Sanki biraz daha yukarıdan bakmayı adet edinebilmiş haldeyim. Eskiden de vardı, ki kişiliğimin parçalarından birisi olduğunu da biliyorum, yaptığım mesleğin bu tarafında çalışmamın da bunun bir sonucu olduğunu hissederdim zaten.
Sonuç, sanki bi' kal geldi, ama lazımmış sanki.