20 Mart 2011 Pazar

Davide'ye mektup

Sevgili Davide,

Gittiğinden beri Martina hep seni soruyor. Sana hala Simone diyor. Ama en kısa zamanda hikayeni ona anlatacağım.

Dün işte ilk defa tek başıma pasta yapmamı istediler benden. Bil bakalım ne yaptım. Şef aşçı yorum yapmadı. Ama Pazar günü listesine onu da dahil etti. Sanırım bu iyiye alamet. Filippo vardiyasını değiştirmeyi başardı. Piyangodan para kazanmış gibi çoşkuluydu. Şu an ondan daha fazlasını isteyemeyeceğimi anladım.

Biliyor musun, Lorenzo'yu düşündüğümde yüzünü unutmaktan, sesini hatırlayamamaktan korkuyorum artık. Napıyordur şu anda kim bilir... Kime gülümsüyordur. Bir sözüne, bir bakışına, bir hareketine hala ihtiyacım var Davide. Ama sonra birden hareketlerini hareketlerimde hissediyorum. Kelimelerimde seni buluyorum. Gidenler sende hep kendinden bir şeyler bırakıyor. Hafızanın sırrı bu mu? Buysa kendimi güvende hissedeceğim. Çünkü asla yalnız olmayacağımı biliyorum.

9 Mart 2011 Çarşamba

25 dedin mi bir duracaksın

Bugün oturup (hiç işim yokmuş, Türkiye'nin dört bir yanındaki bakkallarda arz-ı endam edecek olan vinilleri organize etmeyecekmişim, logoyu büyütmeyecekmişim, müşteri krizini almayacakmışım, gibi) kafamda biraz neler neler sanmışım tribine soktum kendimi.

Mesela, yaşın 25'ten sonrası (R. yazmışsın, anında nem kaptım, hemen küfe yüz tuttum o sebepten yazıyorum) biraz akarsunun yüksek debilisi gibi oluyor sanki durumu biraz sinire kestiriyor beni. Ondan dolayı da, ne olmuş/ne olmamış/ne olsun gibi yazasım geldi.

*Mesela, ben bir ara resmen okulu bitiremeyeceğimi düşünmüştüm. Ama bir ara hakikaten bitmeyecek ve ben orada burada stajla falan derken merdivenaltı bir mekanda sağlık memurluğundan sahte doktorluğa şeklinde bir kariyer planı yapacak gibiydim. Olmayacak sanmıştım ki oldu olacak bakalım.

*Mesela, "erkek çocukları zaten sonradan uzuyoo" denile denile annemin de bana "oğlum bitir şunu, bi kaşık daha koyayım" demeleri ve bir de reklam ajansında çalışan biri olarak yarım dünya kadar oldum ama boyum hala hobbitlerin en iri yapılısını geçmedi, bakalım bundan sonra nasıl olur...

*Mesela, sevgili konusunda. İnsanlara hiç güvenmeyip, ama onlara sonuna kadar inanmak istemek arasında tilte dönen bir bünyeye sahip olabildim ki, elbette benim de kişisel bir katkım vardır, ama gelin görün ki ülkemizdeki piç sayısı her geçen gün artıyor. Kontrol edemiyoruz kesinlikle. Mitozundan bölünüyorlar. Oysa ki hayret! Bizim gibi sosyal devlet olmuş, kişilere sistem dayatan değil de, özgür alan bırakan, hayata hazırlayan bir eğitim sistemi olan bir ülkede nasıl oluyor da kişisel gelişimini orangutanın empatisine denk bir şekilde bırakmaktayız, şaşırmaktayım...
(Aslında burada bir cümle yazıyordu, ama sildim, fyi, ty.)

*Mesela tırtıllar bile değişip rengarenk kelebeklere dönüşseler de (ki bazıları iğrenç kahverengi leş yaratıklar olsalar da yine de kanatlanıp uçabilmeleri takdire şayan) ben melankoli ve anksiyete konusunda çok değişemedim. Biraz bu durumun yapısal olduğunu kabullenmem gerek. Tamam birçok konuda süper güzelleştim ve adam olma yolundayım, yontuluyoruz mütemadiyen ama kötümserlik falan, o konuda arpa boyuyla yol gittim. Şöyle ki, yaş 5, ben güneşin batışını izleyip hüzünleniyorum... Lan noldu? Lego'nun parçası mı eksildi? (Lego'ya olan hayranlığım yazımına gösterilen dikkatten anlaşılsın) Ekşın meninin kolu mu koptu? Bu ne hüzün? Ne alaka? Yani kısacası, ve belki de en büyük yanılgım zaman zaman, mutlu olabilirim sanmıştım. Bakalım, kendimi bu konudaki uyarmalarım devam edecek. İnatla mutlu olacağım şeklinde devam edeceğim!

Eh çocuğum, şunca zamandır iyi kafa siktin, nedir derdin diyecek olursanız;

Herkes sağlıcakla kalsın bir sonraki blog yazısına dek, gibi saçma bir şekilde bağlayamadan bitiriyorum. R. insanı beni 2010 ve 2011 değerlendirmesi yapmaya Mart ayında itti. Gerçi hava çok uygun, ben biraz jingle bells dinleyeyim olmazsa...


1 Mart 2011 Salı

"Black Swan"


Uzun zamandır bir filmdeki oyunculuktan bu kadar etkilenmemiştim diyebilirim, ki film de fazlasıyla etkileyiciydi.

Ama kendisiyle ilgili olarak zaten merakım birileri tarafından cezbedilmişti. Filmi izleyen 3 kişi film biter bitmez beni arayıp "izlemen lazım" diyerek bende "allaa allaa ya, neden ben acaba, neden ben, kuğu gibi çocuk muyum da haberim mi yok?" gibi sorular yaratmışlardı.

Olayın psikolojisi, örgüsü falan çok iyi. Nina, evdeki baskıcı annesinden dolayı küçük yaşta yaşadığı kimlik bunalımının kişilik bölünmesine ve hatta sonrasında şizofrene varan yani oldurulmaya çalışılan durumundan, kızaran gözleriyle, "goosebumps" derisiyle, omzundan çıkan tüyleri ve en sonunda kanatlarıyla, tüm bu sanrılarla kurtuluyor. Tek kelimeyle ifade etmem gerekirse sanki, "aşk" uygun Nina'nın durumuna. Ya da "tutku" da anlatabilir ama tutku içinde bnulan bir süreç, gerilim gibi. O yüzden filmde de gerilimi çok güzel hissedebiliyoruz mesela. Aşksa tutkuyu zaten içeren daha geniş bir kavram oluyor, içinde elde etme isteği, dahil olma çabası, kendinle çatışmalar gibi ufak hisleri de yaşatıyor.

Hocalarımdan birisi bana bu filmi Nina'nın hırsını görmem için gönderdi, o anlaşıldı ve mesaj alındı. Sektörde kendimi ya da birilerini öldüreceğimden emin olduğu için müşteri tarafında çalışmamı söyleyen bir hocamdır kendisi, umarım yılar sonra "haklıymış" demem bu konuda, diğer dediği her konuda haklı çıkıyor birer birer çünkü.

"It's my turn!" demesi var ya hani! Müthiş!